30 Eylül 2017 Cumartesi

Bir Garip Çevrecilik Yazısı

Baharla birlikte beni, duygularımı ve düşüncelerimi derinden etkileyen yoğun çiçek ve ağaç kokularının eşliğinde koşmayı daha çok seviyorum. Nereden başladığını ve nerede biteceğini asla kestiremediğim duygu ve düşüncelerle, ben ormanda, orman benim içimde dolanıp dururken mavi gökkubbenin altında, -hayatın attığı soluk mavi noktanın kalbinde-  her şeyin algılarımız olduğunu anlıyorum artık. Her şeyi anlamca büken, ona olduğundan farklı anlamlar veren algılarımızın olduğunu...

Dünyayı olduğu gibi değil, olduğumuz gibi görürüz. Eğer dünyayı ve olayları olabildiğince olduğu gibi görmek istiyorsak önce bir değer olmamız, sonra duyarlı bir kişilik geliştirip, bu kişiliğin duyarlılığını çakallara karşı korumayı öğrenmemiz gerekiyor. Yoksa bir süre sonra bu çakalların oyuncağına dönüşme tehlikesi ile karşı karşıya kalıyor, ne yapacağımızı kestiremiyor, elimiz kolumuz bağlı onların esiri oluyoruz. Aslında kural çok basit uyanık kal, güven ama hep sorgula, her şeyi, her insanı, her düşünceyi yılmadan, yorulmadan sorgula. Güçlü bir karakter ol. (Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki... şaka, şaka, kandan bir şey çıkmaz, aklını kullan!) Kuraldır, ''sikim hıyar!'' diyene ağzınızın suyu akarak tuzlukla koşarsanız, o hıyarı yersiniz.

Uzun süredir doğadaki hiçbir canlıyı düşman olarak görmüyor, yararlı-zararlı ikilemiyle boğuşmuyorum. Bu konuda hiçbir tereddüdüm yok, onlar bizden bağımsız olarak bu dünyada yaşamak için varlar, bizim için yaşamıyorlar. Benim var oluşum, hiçbir canlıya zorunlu kalmadıkça zarar vermeden yaşayabilmek üzerine kurulu. Ben derin ekoloji denilen; 'her varlık, var oluşuyla değerlidir' düşüncesine derinden bağlıyım. Diğer canlıların bana verdiği et, süt, yumurta, deri, kürk... hiçbir anlam ifade etmiyor. Biliyorum sinir sistemi olan her canlı acı çeker ve bu acıların  nitelik olarak benim çektiğim acılardan hiçbir farkı yoktur, acı acıdır. Ruhumun acı çekmemesi için de hiçbir canlının acı kaynağı olmamalıyım. En azından bundan sakınmayı öğrenmeliyim. Net.

İnsandaki şiddetin ve sevginin kökenin nereden geldiğini merak ediyorum. Sevginin kökenini anlamak çok kolay, birbirimize muhtacız ama içimizdeki bu şiddet duygusu nereden geliyor? Sanırım sevgisiz kalmak ve hep haklı olduğumuza olan aptalca inanç.

Her bahar yaşamın attığı bu biricik gezegenin mavi gök kubbesinin altında biz insanları yol yaptığı toprakların üzerinde birbirlerinin arkasına sığınmış katar katar yürüyen çam güvelerini gördüğümde yaşamın o inanılamaz gücü içimi kıpır kıpır eder benim. Gülümserim. Dün gördüklerim de öyleydi üzerlerinden sevimli bir bakışla atlarken; ''birazdan sizi düşman gören birileri ezer, katleder.'' diye de geçirdim içimden. Aynı yoldan dönüşte gördüm, soykırım gerçekleşmişti. Bütün tırtıllar ezilerek bertaraf edilmiş zafer geride ölülerini bırakmıştı. Sadece bir çamdan başka bir çama geçen bu tırtılların hepsi,  gezegenimiz bir tırtıl gibi yiyip bitiren dominant türün üyesi bir insanoğlu tarafından katledilmişti. Eminim aynı yoldan geçen başka insanlarda tırtılı çamları kelleştiren zararlı bir böcek olduklarını düşündükleri için bu durumu çok normal olarak görmüşlerdir. Bu katliama sevinen ve katliamdan arda kalanları yok edenler de olacaktır mutlaka. İnsan aptallığının sınırlarını kimse tahmin edemiyor çünkü.

Algılarımız hayata bakışımızı ne kadar çok etkilediğini bu olaydan sonra yazmak istedim. Acaba sevimli bir kelebek sürüsü oradan geçseydi bu katliam gerçekleşir miydi? Sanmam. (Bir paradoks olarak bu tırtıllar hepsi pervane dediğimiz kelebeklere dönüşecektir.)
Çam ağaçları daha yararlıdır, ekonomik ve estetiktir, havayı temizler vs. bu yüzden de onu zayıflatan tırtıl yok edilmelidir. Genel algı budur, çünkü homo ekonominikus idiyottur, ekoloji ona küfür gibi gelir, ona göre Saruman'ın Isengard'ının taş ocakları gelişmedir. Yoldur, binadır, kentsel gelişimdir...

Yaşamın milyar yıllık evriminde modern insan olarak son 20-30 bin yılında varız oysa. Bir çok tür bizden çok önce vardı ve her doğal kaynağın ekonomik olup olmadığına bakmadan, onları hayatta kalabilmek (survive) için kullandı. Bizi yöneten algılarımız ve kötü eğitimimiz (çok çok kötü, çok çok  kötüden daha da kötü, kötünün kötü olduğunu anlayamayacak kadar kötü; hatta kötünün iyi, iyinin kötü olduğunu düşünecek kadar çok ama çok kötü eğitimimiz) her türlü katliamı gerçekleştirmemizi haklı çıkarıyor.

Yaşam bir dengedir oysa; tırtıl olduğu için daha dayanıklıdır ağaç, ağaçlar var olduğu için yaşar tırtıl.
Ben koşarken doğadan öğreniyorum. Aklımda katar katar, -tırtıl katarlarına benzeyen- ardı sıra yürüyen birbirine kardeş düşünceler.

26 Eylül 2017 Salı

Bir Amerika Rüyası ve Koşmak

Great Falls Potomac Nehri üzerinde yer alan Washington DC 'ye 10-15 km uzaklıkta Virginia ile Maryland sınırını da  oluşturan bir yerde yer alır. Bir şelaledir.Afrika kıtasının Kuzey Amerika anakarasına bir dönem çarpışmasından oluşan Apalachian Dağları'ndan doğarak Atlantik okyanusuna Washington, DC'den başlayarak genişleyen bir körfezde dökülür. 

Abraham Lincoln Anıtı sırtını bu nehre vermiştir tam karşısında Capitol Building yani kongre binası vardır. -Nasıl Vatikan'da ve Roma'da hiçbir binanın yüksekliği Saint Peters Basilicası'nın boyunu geçemezse, Washington DC de de hiç bir binanın yüksekliği Amerikan parlemento binasının (Capitol Building) yüksekliğini geçemez. Demokrasi bir bakıma sembollerle de yerleşir ve güçlenir. - Lincoln, anıt binasında oturan beyaz bir mermer heykel olarak bütün vakuruyla o yöne bakar. Tarihin şüphesiz en mütevazi liderlerindendir. Onun Getysburg konuşması Amerikalılar'ın demokrasiye olan inançlarını güçlendiren inanılmaz bir hümanizm ve demokrasi konuşmasıdır da.
 
Lincoln Anıtı ile Kongre arası müzeler ve anıt parklarla doludur. Bu alan Japonlar'ın İkinci Dünya Savaş'ı sonrası hediye ettiği yaklaşık 20 bin kiraz ağacı ile donanmıştır. Baharla birlikte cherry blossom (kiraz çiçeklerinin ilk açılışı) festivali olur, festival zamanı burada yürümekte zorluk çektiğiniz bir kalabalık ve bembeyaz kiraz çiçeklerinin şiirsel gösterisi size eşlik eder. 
Thomas Jefferson anıt binasının kolonları arasında izlemektedir olup biteni, yansısı vurur önündeki havuza, FDR da oradadır, kötürüm ayakları taşımaz onu oturur...

Son beş aydır her sabah çoğunlukla iğrenç yapay bir çimde dolap beygiri gibi koşan bir koşucuyum, düzenli koşmaya da iki yıldır başladım.
Şimdi en büyük hayalim bir gün anılarımı kovalamak için Great Falls'ta bir sonbahar günü sarı, turuncu, kırmızı yaprakların hışırtısıyla ve bir ihtimal bir Nisan günü Lincoln Anıtı'ndan başlayıp kongre binasına doğru kar beyazı kiraz tomurcukları arasında koşmak.

Eğer siz de yapabileceğiniz şeyleri yapmadan ömrünüzü geçiriyorsanız ve sonra hayalleriniz oluyorsa yapamadıklarınız, yapmadıklarınız hiç durmayın herhangi bir konuda farkındalık geliştirin. Önce cahil bir hödük olduğunuzu kabul edin ve varsa etrafınızda sizden akıllı olduğunu düşündüğünüz bir şeyleri tutkuyla yapan insanları çoğaltın.

Akıl da aptallık gibi bulaşıcıdır.

Bütün Yollar ve Roma'ya Yolculuk

Yedi günlük Roma gezisinin son günün sabahında  Hintli bir gencin resepsiyonunda durduğu üçüncü sınıf bir otelin kalın perdelerine iki gün süren yüksek ateşimden çıkan terimin kokusu sinmiş içindeki eşyaların ruhumu sıktığı bir otel odasında yaklaşık on beş yıldır olduğu gibi erkenden uyandım. Otelin bulunduğu ana caddenin vızır vızır akan trafiği daha başlamamıştı. Bacaklarımda dünden kalan Roma sokaklarını arşınladığım koşunun ağrıları ve bedenimde buraya indiğimiz günden iki gün sonra başlayan ve beni anımsadığım en şiddetli hastalık nöbetiyle 2.80 uzatan, bütün kaslarımı ve akciğerlerimi yiyip bitiren gribal enfeksiyonun nekahet dönemiyle bocalarken yazıyorum. 

Çoğu zaman kendimi bir Rubik Küpü'ne hapsedilmiş bir insan olarak görüyorum. Her düşüncemle ve hareketimle daha karmaşık hale gelen bir Rubik Küpü'nün içinde. Başlangıçta bu karmaşa canımı sıkar, umutsuzluğa garg olurdum, ama artık anlıyorum ki, iyi ki bu Rubik küpünün içindeyim. Çünkü hayat bu küpün içinde başımıza gelenlere verdiğimiz tepkilerle ve yaptıklarımızdan oluşan bir süreç.
Hayatınızda siz, kendiniz de dahil, size karşı organize olmuş zorluklar yoksa iki şeyle sınanırsınız; sonsuz hedonizm ya da nihilizm.

Dün sabah Colloseum'un etrafında koşarken, binlerce insan haykırışı, hayvan çığlığı, toz, duman, kan, iktidar oyunları, krallar ve askerlerini, köleleri ve soyluları, ezenleri ve ezilenleri... hayal ettim. Oradaydılar,  bu dev yapının kirli, zamanın tanığı tuğlaları ve kolonları, kemerleri, sütunları arasına sıkışmışlardı. 
St. Peter's Bazilikası'nda yükselen ilahilerle  kavuşuyordu  insanlar tanrılarına. Sistine Şapel'in kubbesine  Michelangelo tanrının insanı yaratışını resmediyordu. Bir dokunuş, sihirli bir dokunuş ve insan... Aşağıda zamane insanlarının anlamsız uğultusu. Pantheon unutulmuş Pagan tanrılara 2000 yıldır sığınma evi olmuştu. 

William Shakespeare'den bu yana " Dünya bir sahne ve bizler de oyuncularıyız. "
Ne olduğun önemli değil, sadece oyununu güzel oyna. Dünya denilen bu sahne sana sunulmuş bir armağandır ve sen de dahil bütün insanlar seninle değil senin oyununla ilgilenirler. 
Roma'dan sonra insanın yarattığı çok az güzellik beni şaşırtacak, biliyorum. 
Gördüm. 

25 Eylül 2017 Pazartesi

Sessizlik Çocukluk ve Yurttaş Kane'nin Rosebud'ı

Bir çoban duygularını üflüyor kavalına. Sessizlik bölünüyor.

Geceleyin doğar şairler, sessizlik var oluşumuzu en derinden hissettiğimiz andır çünkü ve ancak gece tanrısal bir sessizlik sunar size. Uzak, çok uzak yıldızların ya da Ay'ın aydınlattığı bir gecede şehir ışıklarından uzak yüksek bir tepeye oturur ve uzaklara dalarsa gözleriniz, ruhunuzun size sizi fısıldayan türlü hikayelerini duyarsınız. 

Sessizliğin sesini işitmekle başlar sessizlik. 

Kentlerin, televizyonlar ve radyoların, arabaların, insanların kuru gürültüsünden sıyrılabiliyorsanız eğer; çocukluğunuzla, çocukluğunuzun anne ve babasıyla ve daha nice kahramanıyla da bağ kuruyorsunuzdur demektir.

İnsanı insanlıktan çıkarmak istiyorsanız, çocukluğu ile olan bağını koparın, masumiyetini yok edin sonra, öyle ya da böyle çocukluğunu yaşamamış insanlar çıldırır en çok, vahşileşir.

Yurttaş Kane sinema tarihinin en önemli filmlerinden birisidir. Herşeye sahip milyarder medya imparatoru son nefesinde "rosebud" (gül tomurcuğu) der. Başka bir gazeteci bu milyarderin hayatını araştırmaya başlar ve "rosebud*"'ın çocukken  kullandığı bir kızak olduğunu bulur.

Çocuklukta yaşadığımız mutluluklar, en kalıcı olanlardır, bizi en çok etkileyenlerdir. Tam tersi de doğrudur, çocukluk travmalarını atlatmak en zor olandır.

*Bazıları aslında "rosebud"'ın milyarderimizin kız arkadaşının klitorisine taktığı isim olduğunu söyler, ihtimal doğrudur. Çünkü her erkek cinsellikle biraz takıntılıdır. Frued'a göre fallik dönemde yaşadıklarımız geleceğimizi belirler, kızak simgesinin Oedipus Kompleksi'nin gölgesinde klitorise dönüşmesi de muhtemeldir.

Kendime Öğütler



Kendini ve başkalarını ciddiye almamalısın.

Bulunduğun yer sana değer katmaz; yüksekte olman büyük olduğun,  alçakta olman küçük olduğun anlamına gelmez, bulunduğun yere göre küçük ya da büyük olduğunu düşünmen aptal olduğun anlamına gelir.

Sen ne yaparsan yap, birileri seni sevmeyecek, eleştirecek, yaptıklarına burun kıvıracaktır. Doğru bildiklerini yapmaktan vazgeçmemelisin.

Saldırmayı, küçük görmeyi, öfkeyi, kötü sözleri bir tartışma enstrümanı olarak kullanmamalısın. Her kavgada, her tartışmada estetik bir duruşun, keskin bir zekan olsun.

Duyguların bazen aklın önüne geçecektir, bazen aklın duygularının önüne; duyguların ya da aklın, hangisinin öne geçtiğinin önemi yoktur, önde olduğu için aklın ya da duyguların sana doğruyu söylüyor olmayabilirler. Doğru olan ikisinin uyum içinde seni yönetebilmesidir.

Sessizlik en değerli hazinendir, kalabalıklar kirletir insanı, zaman zaman  inzivaya çekilip kendini temizlemeyi öğrenmelisin.

Politikacılar, din tüccarları, demogoglar, ikiyüzlü insanlar, aç gözlüler, sevgisizler, ben merkezciler, ben haklıyımcılar, güç tutkunları, embesiller aptallar, kan içiciler, silah tüccarları ve hatta bizzat kendi duyguların seni bir buldozer gibi ezebilir düşüncelerini değersizleştirebilir, böyle anlarda kaçacağın, kendini tamir edeceğin kitapları oku, dev sanat eserlerine bak, bir heykeli incele, bir tabloyu seyret, dinlemekten bıkmadığın müzikleri dinle, ruhunu başka türlü arındırmazsın.

Her zaman haklı, her zaman akıllı, her zaman aptal, her zaman mutlu, her zaman seven-sevilen olamazsın...
Kendinle barış! 
Sık sık birilerine, bir şeylere aşık ol, sevginin en saf halini başka türlü öğrenemezsin.

Kurban Kültürü

Kurban Kültürü

Amerika'da bir kilisenin beleş İngilizce konuşma kursuna giderken, 79 İran devriminde büyük olasılık mollaların karşı tarafında yer alan bir amca ile aynı sınıfı paylaşıyorduk, bir gün giydiğim kısa pantlon için bana kızmış ve Müslümanlığıma vurgu yaparak, kırık İngilizcesi ile "aslımı unutmamamı" söylemişti. Bunu bir klisede söylemesi başka bir ironiydi, ama olsun. 

İran'ın neden bu durumda olduğunu sorduğumda; hazır olun, bunlar "Batı'nın oyunlarıydı" ona göre ve Mollalar Londra'da Hyde Park yakınlarında eğitilmişti.

Bu topraklarda ve Doğu kültürünün değişmez komplocularına göre; memleketin, ekonomik,  kültürel hatta doğal afetlerinin, salgın hastalıklarının hepsinin kökeni batıdır. Bu tür komplo teorileri ya da var olan sıkıntıların "dış mihraklar" tarafından yapıldığı düşüncesi her toplumda her bireyde azınlık düzeyinde vardır. Bizdeki sıkıntı ideolojik bir şemsiye altında düşünen sağcısı ve solcusu ile çoğunluk olarak buna olan eğilimimiz.  Siyaset erkinin bunu ve bu korkuyu kullanarak daha da güçlenmesi ve acımasızlaşması da bu "komplo teorisi" algısının bir sonucu.

Aslında "komplo teorilerine" insanların inanması,  bireyin kendini güvende hissetmesi ve rahatlatması için pek sorun değil ama bunun toplumsal bir nosyona, bir retoriğe, bir norma dönüşmesi gerçek bir sıkıntı.

Bir gün arkadaşımın peşinden gittiğim memur takımının takıldığı bir kahvede kağıt oynayan bir amca, bağırmaktan pancar gibi olmuş suratıyla; "bak beni bağırtıyorsun!" diye bütün kahvenin ilgisini çekecek kadar bağırıyordu. Bağırmıyor, bağırtılıyordu.

Kurban kültürü ile tanışın.

Özgürlük bir sorumluluk işidir, birey olmak da. Buna atfen klasik bir söylem vardır. Uzun yıllar özgür olmamış seçme özgürlüğü verilen toplumlar, ilk seçimlerini özgürlüklerini ellerinden alacak siyasal seçimler yönünde yaparlar. Tutsaklığa alışan insanlar geri dönmek için suç işlerler. 

Kurban kültürü bireye en çok zarar veren, sonucunda da bir toplumu ele geçiren bir hastalıktır. Kendini kurban olarak görmek sorumluluktan kaçmamızı sağlar ve kişiyi, atıl, hareketsiz ve uyuşuk bir işe yaramaz hale getirir. Bir süre sonra her inanç, her düşünce gibi bu eylem halini alır. Birey herşeyi ile başına gelen iyi ya da kötü olayları artık dışardan bir güce, bir otoriteye bağlar. Birey kendini hiçleştirmiştir. Arabesk kültür buradan beslenir; "batsın bu dünya..bitsin bu rüya..."

Ben de yıllarca kendimi bir kurban olarak gördüm. Kötü okullarda okumuş, berbat bir ülkede dünyaya gelmiştim, liste uzar...

Kendimi bir kurban, bir dramın parçası olarak görmek ve bunun kaynağını dışarda aramak hiçbir şeyi iyileştirmedi ama herşeyi bir süreliğine de olsa kötüleştirdi.

Kurban olmadığınızı, hayatın iyi ve kötü, güzel ve çirkin, bazen adil bazen de adil olmayan bir akışı olduğumu öğrenin. 

Değişime kendinizden başlayın!

24 Eylül 2017 Pazar

Nif'te Yalnız Bir Dağ Yürüyüşü

BAŞLANGIÇ

Sabah kalktığımda karanlıktı. 

Uzun süredir kışın ve hastalığın da etkisiyle miskin bir kedi gibi evden dışarı çıkmak istemiyor, koşmuyor, yürümüyordum bile. Aldığım günden beri bir türlü sevemediğim yürüyüş botlarımı çıkardım dolaptan. 

GELİŞME

Kaynaklar Köyü'ne geldiğimde saat 8:30 sularıydı. Uyuz bir it gibi köy kahvesinin sobasının başında siftindim. Yürüyüşe başladığımda saat 9:30 olmuştu. Sadece ben vardım yollarda. Tekçam'a geldiğimde ayakkabıların vuracağını anladım, ayaklarımı bantladım. Yol boyunca fotojenik manzara ve nesneler aradım. Yerde kar kalıntılarının oluşturduğu mükemmel küreleri görünce onları fotoğrafladım. Bu sırada ateş yakmış insanları gördüm, beni fark etmediler, fark da edilmek istemiyordum, kuyruğunu iki bacak arasına sıkıştırmış korkak bir sokak köpeği gibi yanlarından geçtim. Yaktıkları ateşten çıkan duman kokusu aldı beni çocukluğuma götürdü, en güzel anılarıma. Patikaya girdiğimde uzaktan bir köpeğin ulumasını duydum. 

Ormanda yürümek açıklıkta yürümekten her zaman daha korku verici ve daha da yalnızlaştırıcıdır; örneğin düz açık bir alanda asla korkuyu, ürpertiyi hissetmezsin, dönüp bakmazsın arkana ama ormanda her ses senin dikkatini çeker. (Hatta bu gün yüksekte olduğum için oldukça uzakta oluşan kendi gölgemi bir başka canlı sandım.) 

Her yalnız yapılan yolculuk, ruhanidir bir bakıma. Yalnızlıklarıyla yol hikayesi olmayan insanlar kendilerini tanımakta güçlük çekerler. Dağ yürüyüşlerimde çoğunlukla yalnızımdır. İnsanların kendilerini korkularıyla yönetmesi çok anlamlı gelmiyor bana, yönetilmesi gereken bir şey varsa o da korkularımızdır.  Kime söylesem -ki bu yazıyı okuyan siz de belki aynı şeyi düşüneceksiniz- yalnız gitmesen iyi olur, bir şey olursa yapayalnız ne yaparsın? 
Yürüdüğüm patika Nif'e çıkan en güzel yollardan biri ama pek kullanılmıyor nedense ya da dağcılık kulüpleri bilmiyor.
Nif Kulübe'nin hemen altında yer alan çeşmede durdum. Çeşmenin ağaç gövdesinden yapılmış yalağı toprak dolmuştu, hayvanların su içebileceğini düşünerek temizledim. (Yalnızlık sizi ya melek yapar ya da şeytan, ki aslında şeytan da bir melektir.) Ben melek olmayı seçmiştim.
Sesimi duyan köpek uzaklardan tekrar uludu.

SONUÇ

Nif Zirve'ye doğru yürüdüm, yalnızlığım ve benden başka kimsecikler yoktu. İki kişiydik.

Evraka Ve Anlam

Hayatlarımız çoğu zaman "evraka" anlarıyla bir anlam bulur kendine.

Mustafa Kemal'in Çanakkale Savaşı sırasında yakınında patlayan bir bombadan kopan şarapnel parçasının sol göğsünde taşıdığı saate isabet etmesi sonucu ölümden döndüğünü birçoğumuz biliriz.
Bu olaydan sonra Mustafa Kemal seçildiğine, bir güç tarafından korunduğuna inandığını bir belgeselde izlemiştim. Etrafında o günleri yaşayan insanlar bu olaydan sonra Mustafa Kemal'in vızır vızır uçan kurşunlar arasında dimdik, korkusuzca savaşı komuta ettiğini anlatırlar.
Evraka anıdır aslında bu, büyük bir lider yaratmıştır.
 
Karayılan Maraş'ta Fransızlara karşı Savaşan pısırık korkak bir gençtir. Korkarak gizlendiği siperin bir köşesinden küçük bir delikten küçük bir kara yılan başını uzatır ve tam o an bir kurşun gelir ve karayılanın kellesini uçurur.
"Eğer küçük ininde küçük karayılanı buluyorsa kör bir kurşunla ölüm ondan kaçmamın çaresi yok" der. İşte o an Karayılan,  Karayılan  olur.  Artık o pısırık oğlan düşmana ölüm kusturan bir kahramandır.
Bir yılan ve bir kurşun yaratmıştır "evraka" anını.

Hayat sen hazır olduğunda sana yardıma koşar. Yoksa hamamın içinde hapsolur kalırsın. 

Paulo Coelho'nun Simyacı kitabı o anı "evraka" anını kaçırdığımız an uzun bir yolculuğa çıkmamız gerektiğini anlatır. Yolculukta vardığımız yer aslında yolculuğa başladığımız yerdir. Yaşam onu anlayanlar için bir paradokstur, M.C. Escher'in karıncaları çizdiği bir paradoks resmi gibidir.
M.C Escher'in Karıncaları


Birçoğumuzun asla fark edemediği ve tamamlayamadan göçüp gittiği, başında, ortasında ya da sonunda kısa bir evresini yaşadığı bir paradoks.

Gnothi Seauton Yunanca "Kendini Bil" aforizmasıdır ve bir zamanlar Delhi'deki Apollon Tapınağı'nın girişime altın harflerle yazılıymış.

Ne diyelim bu kafayla çok zor ama; 
"Carpe Diem!" ''günü yakala!''

 

Hakkari'de Bir Öğretmen ve Mare Nostrum

Baharın sıcak güneşiyle birlikte eriyen karların oluşturduğu irili ufaklı derelerin sularıyla Zap Suyu; sarp kayaların, derin vadilerin arasından deli dolu akardı. Zap, sessizce beyaza düşen karların, boranların ve fırtınaların, bir şimşek çakmasını anımsatan seslerle  kopan çığların hikayelerini topladığı sularla ummana koşan bir deli su. 


Her Hakkari yolculuğunda Zap Suyu'nu kenarından geçerken "Mare Nostrum"* ve arkadaşlarının Zap Suyu'nu köylüler kolayca geçsin diye yaptıkları asma köprülere bakar, hayatı anlamaya çalışır, çok üzülürdüm.


Hakkari'de toplanmış Anadolu'nun yoksul çocuklarıydık, askerdi kimimiz, kimimiz hemşire, polisti bazılarımız, ben öğretmen. Bir eylül günü tütün tarlalarından kopup öğretmen olmuştum.

Kürtçe duyduğum ilk yabancı dildir benim. 

O zamanlar, sigara içerek, alkol tüketip kahrolarak, hüzünlenerek dünyayı anlayacağımı, değiştireceğimi sandığım yıllardı.

20-30 saat süren yolculuklarla gider gelirdik Hakkari'ye. Otobüslerin içinde, sigara dumanları arasında göz gözü görmez boğulur gibi olur, üzerine tekrar sigara yakardık.

Kasım'dı. 24'düydü. Kar yağıyordu. Öğretmenler Günü'ydü. 24 yıl önceydi. İlkti. Bacaklarım titrerdi.

Mare Nostrum* Can Yücel'in Deniz Gezmiş için yazdığı bir şiirdir. Latin Bizim Deniz demektir.

MARE NOSTRUM
  
En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
 
                                                  Can Yücel

15 Eylül 2017 Cuma

Çocuk Kalmak ve Bir Yıldız Tozu Hikayesi

Carl Sagan'ın bir kitabından Jodie Foster'un oynadığı bir filme dönüşen Contact filmi beni en çok etkileyen filmlerdendir. 
Bunun bir nedeni de çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdaki tütün tarlalarından gelir. Tütün serinde toplanmalıdır ve ancak geceleri serindir sıcak Ege yazları, bu yüzden uzun yaz gecelerinin gökyüzünü iyi  bilirim ben, sırtımda kara toprak yapay ışıklarla kirlenmemiş bir gök kubbenin sonsuzluğuna bakmışlığım, anlam aramışlığım çoktur.. Ve gökyüzü  ve yıldızlar ve çam ağaçlarının siluetinin dağların ufuk çizgisi olduğu sonsuzluk öyle yakın, öyle heybetlidir ki...Yalnızlık avcısı sizi sıcak bir dostluk gibi sarar.
Ve bakmak Samanyolu'na; bir ucundan öbür ucuna gezdirmek gözlerinizi ve bir yıldızın kayması,  içinizi rahatlatır ışığı ya da hüzün, inanıyorsanız bir canlının daha sonuna geldiğine güzel yaşamın. Ve sonra karanlık gecelerde, oralarda bir yerlerde bir ET, bir canlı olma ihtimalinin heyecanı kaplar içinizi; "merhaba Dünyalı!" der bir ses usulca, sadece siz duyarsınız. 
Contact filminde babası kılığında Jodie Foster ile konuşur öteki tür,  uzaylılar ve gökyüzüne dokunduğunda baba ve kız plazma yapısıyla ellerimi sarar gökyüzü. 
İşte o gün anlamıştım, öğrendiğin herşeyi her gün yıkamadıkça yeni hiçbir şey öğrenemezsin, bir süre sonra doğru bildiklerinin kölesi olursun. 
Çocukların neden en iyi öğrenciler olduklarını çok iyi biliyorum artık ve neden çok şaşırdıklarını, ve neden yaşlıların gasbet, çekilmez olduklarını; yaşlılar doğruları çok olan, çok bilenlerdir, bilgi beyinlerini katılaştırmıştır. 
Çocuk kalın, bulabilirseniz eğer bulutsuz bir gecede zifiri bir karanlıkta doğdumuz yer olan ve hala anlayamadığımız karanlık maddeden, karadeliklere... kadar tüm hammaddemizin piştiği gökkubbeye bakın. Ilk çocukluğuna bakın evrenin, bizim çocukluğumuza benzeyen evrenin çocukluğu  ve bize ancak ulaşan 1, 5, 10, 11... milyar ışık yılı uzaktan gelen başıboş sonsuzluğa yol alan ışıkları görün, mest olun.
Yıldız tozuyuz, altının ve toprağın ve suyun ve bilcümle varlığın piştiği yerden geliyoruz. Bir ölmüş güneşte, bir karadelikte sönecek ışığımız. 
Hepimizin.

Dağlar Mistisizm ve Kentler



Nif'e ne zaman çıksam yalnızlığımla tanışırım. Sanki yıllardır beklemektedir beni orada, belki bir ömür geçirmiştir; benim hiç yaşamadığım bir ömür. İnsanın şehirde, stres altında bunalan kendinden kaçarken, dağlarda özlem duyduğu başka bir kendini bulması kadar heyecan verici ne olabilir ki?

Çok uzaklarda olsa da kentin (birbirimize ve kendimize yabancılaştığımız, deli dolu sevdaların, kırık aşk hikayelerinin ve hüzünlü ayrılıkların, yoksulluğun,sefaletin ve çılgınca zenginliğin, sokaklarında küçük anoforlarla uçuşan çöp artıklarının, egsoz kokusunun, klakson ve motor seslerine karışan anlamsız diyologların, üçüncü sınıf otel odalarında kaçak, gariban sevişmelerinin ya da artık mantar gibi etrafı saran gökdelenlerin denize bakan suitlerinde " king size" yataklardaki metaryalist sevişmelerin seksüel salgılarının ruhsuzluğuna yuva olmuş, -ki belki bilmediğimiz bir ruhu vardır- herşeyin yapay olduğu çok uzaktaki kentin) uğultusu zaman zaman duyulsa da sizi rahatsız etmez. 
Uzaklarda bir deri kanserine benzer taş ocakları içinizi burkar, benim gibi  doğa severseniz derinizde bir ürperti hissedersiniz, bir çizik, bir acı. Bir çığlık; ilkel,  acı dolu derin bir çığlık 

Güney'de bulutların ve sislerin arasından Aydın Dağları ve Sisam göz kırpar, doğuda Bozdağ,  kuzeyde Niobe'ye analık eden Spil, kuzeybatıda Yamanlar ve tam batıda turkuaz Körfez ve asırlardır tecavüz edilmiş Amazon'un en güzel kızı Symirna... (artık son tecavüzcüleri yap-satçıların dev, çirkin birer penise benzeyen beton gökdelenlerine teslim edilmiştir. )

Nif zirveye yakın tek tük ağaçları ve bu dünyaya ait değilmiş gibi duran kaya yapısıyla mistik bir masal anlatır bana. Her masal bir çocukluk hikayesidir. 

Kentler yavaş yavaş  öldüğümüz, kendimize ve başkalarına hayatı zehir ettiğimiz bir cehennemdir, dağlar ruhumuza yoldaşlık eder ve hikayeleri yeryüzündeki en eski kent hikayelerinden daha da eskidir, insandan önce vardılar, ihtimal türümüz yok olduğunda da burada olacaklar. Dağlar mahzende yıllardır unutulmuş birinci sınıf yıllanmış bir şarap gibi her yudumuyla sizi tarifsiz esrimelere sürüklerler ya da bir aşk dokunuşudur dağlar, tüylerinizi diken diken eden.

Bir şahin çığlık atar, özgür bir çığlık.
Kentin egzoz dumanından ve gürültüsünden boğulan sokaklarında payına ancak bizden artakalan yemek artıklarından kalanlar  düşen bir sokak kedisi bir çöp tenekesini karıştırırken uzaktan fırlatılarak atılan bir çöp ile korkuyla çöpten dışarı fırlar. 
Gözlerinde korku vardır, çok azımız görür. 
31 Ekim 2016