31 Aralık 2016 Cumartesi

Okuduğum kitaplar

Eski çağlarda güce sahip olmak demek bilgiye ulaşmak demekti. Günümüzde güce sahip olmak demek neyi görmemezlikten gelmemiz gerektiğini bilmek demektir.
Herşeyin gerçekleştiği kaotik dünyamızda neye odaklanmamız gerekir?

Homo Deus/Yuval N. Hariri

Dün akşam Homo Deus kitabını bitirdim. Cehaletimin boyutları ile yüzleşmek bir açıdan acı, bir açıdan mutluluk vericiydi. Cehaletinizi farkettiğiniz oranda gelişirsiniz.
Daha önceki kitabı Sapiens yeterince doyurucu ve bilgilendiriciydi. Yeni kitabı Sapiens kitabının devamı gibi, insanlığın geleceğine ışık tutar nitelikte.

Dün kitabı okurken şunu fark ettim kitap 2015 yılında İbranice yazılmış ve 2016 yılında İngilizce baskısı yapılmış. Kitabın son sayfalarına doğru siber casusluğun daha etkili olacağı yazıyor. Amerika tam da dün 35 Rus diplomatik görevliyi bu yüzden istenmeyen kişi ilan etti.

İnsanın geleceğini öngörmek istiyorsanız bu kitabı okumalısınız.

2016 yılının diğer önemli kitabı benim için Özgür Bolat'ın Beni Ödülle Cezalandırma kitabıydı.

Mutsuz, kararsız, özgüvensiz, okumayan, bizim kadar (yetişkin) tüketici bir çocuktan gelecek beklemek abesle iştigal, yeni nesil çocukların bir çoğu ergenlik sancılarını Ottoman vb yerlerde nargile fokurdatıp "naber lan?" Geyiği ile geçirecek ya da bilgisayar oyunlarının başında böğürerek mutlu olacaklar. Okur yazar (okuma yazma bilmek değil okur yazar olmak) sayısını arttırmazsanız belki gelişiriz -çünkü gelişmenin dinamikleri gelişmiş uygar bir toplum olmaktan farklıdır- ama  uzun bir süre bu bataklıkta dinsel ve ırkçı fanatizmle  yaşayacağız demektir.

2016 yılında sevdiğim diğer bir kitap Natural Born Heros, Cristhoper McDougall'ın Born to Run (Türkçeye "koşmak için" diye çevrildi) kitap ikinci dünya savaşı sırasında Girit adasında İngilizlerin bir Alman generali kaçırması kurgusu üzerinden koşu üzerine yazılmış çok güzel bir kitap. Kitabı okuduktan sonra bu adayı birgün mutlaka ziyaret etmeye karar verdim.

Bavulumda kitaplar... (belki bir kindle)

Okumak kadar sizi aydınlatacak başka hiçbir araç aramayın.

Bol okumalı, yazmalı mutlu yıllar!

26 Aralık 2016 Pazartesi

Nif

Mistisizm
Nif'e ne zaman çıksam yalnızlığımla tanışırım.
Çok uzaklarda da olsa kentin -birbirimize ve kendimize yabancılaştığımız, deli dolu sevdaların, kırık aşk hikayelerinin ve hüzünlü ayrılıkların, yoksulluğun,sefaletin ve çılgınca zenginliğin, sokaklarında küçük anoforlarla uçuşan çöp artıklarının, egsoz kokusunun, klakson ve motor seslerine karışan anlamsız diyologların, üçüncü sınıf otel odalarında kaçak, gariban sevişmelerinin ya da artık mantar gibi etrafı saran gökdelenlerin denize bakan suitlerinde " king size" yataklardaki metaryalist sevişmelerin seksüel salgılarının ruhsuzluğuna yuva olmuş, herşeyin yapay olduğu çok uzaktaki kentin- uğultusu zaman zaman duyulsa da sizi rahatsız etmez.
Güney'de bulutların ve sislerin arasından Aydın Dağları ve Sisam göz kırpar, doğuda Bozdağ, kuzeyde Niobe'ye analık eden Spil, kuzeybatıda Yamanlar ve tam batıda turkuaz Körfez ve asırlardır tecavüz edilmiş Amazon'un en güzel kızı Symirna... (artık son tecavüzcüleri yap-satçıların beton gökdelenlerine teslim edilmiştir. )
Nif zirveye yakın tek tük ağaçları ve bu dünyaya ait değilmiş gibi duran kaya yapısıyla mistik bir masal anlatır bana.
Kentler yavaş yavaş öldüğümüz, kendimize ve başkalarına hayatı zehir ettiğimiz bir cehennemdir, dağlar ruhumuza yoldaşlık eder ve hikayeleri yeryüzündeki en eski kent hikayelerinden daha da eskidir, mahzende unutulmuş yıllanmış bir şarap gibi her yudumuyla sizi tarifsiz esrimelere sürüklerler.
Bir şahin çığlık atar.

Alankıyı

Yola çıktığımızda bir pazar gününün erken öğleden sonrasıydı. Arabanın uğuldayan motor sesi, radyoda çalan İngilizce şarkıya karışıyor, lastiklerin yola sürtünmesinden çıkan ses ve dar bir yarığı anımsatan camın aralığından yüzüme çarpan serin rüzgar ve uğultusu bize eşlik ediyordu.

Bugüne kadar bu ülkeyi kıyasıya eleştirdim, artık öğrendim ki gerçeği kabul etmemek sadece acı çekmeyi arttırıyor. Bu ülke böyle. Bu yazı biraz da bununla ilgili.
Yaklaşık iki ay önce bisiklet ile yapmış olduğum 161 km'lik yolculuğu bu defa arabayla yapacaktık. İlk durağımız yaz aylarındaki insan sayısını yitirmiş Alankıyı Yaylası'ydı. Çoğunluğu ceviz ve kiraz olan ağaçlar yapraklarını dökmüştü ve kuzeydoğu yönündeki Dededağı bütün haşmeti ile bir kartal gibi bu düzlüğü seyrediyordu. Sürekli buraya gelmek için geç kaldığımızı söylüyordum; çünkü sonbaharın sıcak renklerinin yerini edepsiz bir çıplaklık almıştı.

Bir yılan gibi kıvrılan yoldan Yenikurudere Köyü'ne vardık ve yolun kenarında satış yapan köylülerden bu köyün de Pomak köyü olduğunu öğrendim. Bilmiyordum.
Yükselti azaldıkça bütün sıcaklığı ile sonbahar geri geliyordu. Çam ağaçları yeşil, kiraz ağaçları kırmızıdan kahverengiye, çınarlar yaşlıdan sarıya renk değiştiriyorlardı ve havada bir küf kokusu vardı.
Başka bir pomak köyü olan Kamberler'e gelmeden önce su içmek için durduğumuz çeşmenin başındayken bir grup araç içinde gördüğüm insanların şehrin orta ya da üst gelir grubunun orta yaş üstü insanları olduğunu düşündüm. Köye geldiğimizde yanılmadığımı anladım. Bunlar İzmir çukuruna sıkışmış bir kitlenin haftasonu kaçışı arayan insanlarıydı. Ellerinde dslr denilen drop ya da full frame makinalar vardı. Fotoğrafçının biriyle bisikletten bildiğim bir şeyi paylaştım "en kötü bisikletçiler genelde en iyi bisiklete sahip olmak için uğraşırlar." Fotoğrafçılıkta da bu böyledir, okumayan, gezmeyen sıradan fotoğrafçılar bütün paralarını en iyi objektif ya da makina için harcarlar. Bir de, ben Nikon'cuyum, ben Canon'cuyum geyiği de döndü.
Onlar Nazarköy'e ( İzmir'e yakın nazar boncuğu atölyelerinin olduğu fotoğrafçı cenneti) gitmek için araçlarına binip ayrıldılar. Çoğunluğu, bir grubu, bir insanı ilk defa görmenin suratsızlığını üzerlerinde taşıyorlardı.
Kamberler'den ayrıldığımızda güneş geç öğleden sonrası için alçalmaya başlamıştı. Geçtiğimiz yolun bir noktasında çınar ağacının dalları bir nevi tünel oluşturmuştu ve sarı güneş altında içinizi kıpır kıpır eden bir görüntü oluşturmuştu. Durduk ve aşağıdaki fotoğrafları iPhone ile çektim.
Osmanlar bir kadim yörük köyüdür ve Anadolu'nun birçok köyü gibi bakımsız ve pistir. Önünüzde giden kayıklı motorsikleti ile yeni yetme bir genç bizi de görünce garip bir ara gaz vererek motorsikleti kullanmaya başladı. Gençler izlendiklerini düşündükleri anda cozuturlar.
Çınardibi Köyü'ne geldik ve daha önce yemek yediğim köy lokantasında bulabildiğimiz tek vejetaryen yemek patlıcan yemeği ve pilavdan sonra içtiğimiz çay ve lokantacı ile pomak tarihini konuştuktan sonra ( bu köyde pomak köyüydü ve lokanta işletmecisinin söylediği Bulgaristan'da müslümanlara karşı savaşmak istemedikleri için ve savaş sonrası başlayan öç sürecinde 1870 yılında buraya gelmişlerdi) kiraz ve üzüm kurusu aldık ve ayrıldık.
Dağteke Köyü şifalı suyu ile ünlüdür, sözde böbrek taşlarına iyi geliyormuş. Bu köyle olan ilişkim en eski olandır 2007 yılından beri bisikletim ile iki üç bazen dört beş defa gelirim. Buraya bisikletle ulaşmak gerçek bir meydan okumadır benim için. Suyunu bilmem ama bu sudan yapılan çay gerçekten farklıdır.
Helvacı, Ormanköy, Karakızlar, Karaot, Dağkızılca, Doğancılar, Kırıklar ve Karacaağaç köyleri üzerinden eve geldiğimizde karanlık çökmüştü.

23 Aralık 2016 Cuma

Bir Bisiklet Kazası ve Kayıp Dişimin Peşinde


Düşmüştüm. Sağ ön üst dişimdeki keskin sızıyı hissettim ilk önce. Sert, dayanılmaz bir acı ve dilim dişimdeki kırıklığı, kırıklık nefes alışımda oluşan hava akımının verdiği sızıyı hissetti. Artık ömür boyu taşıyacağım bir kırıklıktı bu. Kırılmıştı. Kırılmıştım.

Nif kış aylarında sırtlarında karda yürüyebileceğiniz, İzmir'in kuzeydoğu yönünde 1450 metre tepeden bakan bir zamanlar dağ kaplanlarının, birçok kurdun kuşun yaşadığı, şimdilerde başıboş atlar, birkaç dağ kuşu ve yaz aylarında Kırıklar Köyü'nde kalmış son birkaç keçi sürüsünden ve dağı bir hastalık gibi kemiren orman işçilerinden başka bir canlı ile karşılaşamayacağınız bir dağdır. Nif'e güney yüzeyinden çıkarsanız Kırıklar Köyü'nden başlayan kızıl çam ormanlarının arasından  geçerek 1000 metrelere vardığınızda, önce kokusuyla sonra varlıklarıyla ardıç ağaçları karşılar sizi. Ovacık, Gelin ve Nif dağlarının arasında kalan çayırlı bir düzlüktür ve bu düzlükte serpiştirilmiş olarak başlayan, sonra ormanlaşan karaçamlarla doludur.Bu ormanlarda eski zamanların çan seslerini ve hayvanların ayak seslerini saklayan artık kapanmak üzere olan dağ patikaları zaman zaman karşınıza çıkar. Bazıları halen domuzlar tarafından kullanılan bu patikalar sizi Nif'in su kaynaklarına götürür, bu su kaynaklarının birçoğunun önünde ağaçtan ya da eski varillerden yapılma su yalakları vardır. Nif'e batısından çıkmak isterseniz Kaynaklar Köyü'nden yola çıkmanız gerekir. Nif'e çıkmak için en çok kullanılan da bu rotadır. Kuzeyinden çıkmak isterseniz Kemalpaşa'dan (Eski Nif) yola çıkarsınız. Serttir bu çıkış, yorucudur.



Dudağımda hissettiğim acı, bir pazar günü Buca'da bir hastanede nöbetçi bir doktorun ellerinde sağ üst dış yüzeyinde 3, alt dudağımın iç kısmında 5 dikişe dönüşecekti.

Nif adı, bu topraklara artık adından başka bir şey bırakmadığımız kadim Rum dostlarımızın armağanıdır. Nif Dağı'nın tam karşısında Gelin Dağı vardır. Nif, Rumca gelin demektir.

Bazen yaşadıklarımızı önce kurar sonra yaşarız, buna 'kendini doğrulayan kehanet' denir. İnsan anlamsız yaşayamaz bu yüzden herşeye bir  anlamlan yüklemeye çalışır, çünkü hayat absürttür. Absürttür ve absürtlüğü anlamsızlığından gelir. Yaşadığımız, inandığımız  herşey bu anlamsızlıktan doğar. İnsan anlamsızlığı anlamlandırmak için yaşar. Bu biraz da insanın doğduğu bir yıldız tozu hikayesidir. Hepimiz yaklaşık 13 milyar yıl önce doğmuş bir yıldız tozuyuz ve hiç kimse zamanın başladığı Büyük Patlama'nın  o ilk 3 saniyesinde ne olduğunu bilmiyor. Anlamsızlık.
Yalnızlığı bilmeyen hiç kimse anlamsızlığı anlayamaz. Bu yüzden bütün dinlerde, büyük inanışlarda anlamsızlığı anlamlı hale getirmek isteyen insanın bir inziva, bir çile dönemi vardır, Bu dönem çoğunlukla acı çekerek, kendinle yaptığın, (ego,hormonların, içgüdülerin) acı dolu bir savaştır. Acı insanın olgunlaştırır. Çiğ iken pişirir. Ben şimdiye kadar acı çekmeden olgunlaşan insan görmedim.

 Sabah erkenden çıkmıştım yola. Kasım'dı. 23'tü. Pazardı. Bisikletim ve ben tırmanmaya 400 metreden Kırıklar Köyü'nden başlamıştık. Ağaçların arasında dolaşan, adını bir türlü koyamadığım çocukluktan beri bildiğim fısıltıyla gezen kahverengi bir sessizlikti, çam ağaçlarının gövdesine sinmişti, usul ve sessizce beni takip ediyordu. Hissediyordum.

Yaklaşık 15 km tırmanarak ulaşırsınız Nif İn zirvesi üzerinde yer alan yangın kulesinin yanına. Yol taşlık ve bozuktur, iyice yorulan bacaklarınızla bazen dengede kalmak bile büyük marifet ister. Ustalık büyük zorlukları aşmak değil midir ki zaten?

Bir av köpeği, Nif'in güney yüzeyinin tam ortasından geçerek kuzeye doğru kıvrılarak Kaynaklar Köyü'ne doğru yol alırken karşılaştı benimle. Korktu. Korktuğunu görünce üzerine doğru sürdüm.      -İnsan böyledir; korktukça siner, korkuttukça aslan kesilir. - Kaçtı. Yoldan çıkabileceği bir patika buluncaya kadar kovaladım onu. İnişe geçmiştim köpeği kaybettiğimde.


Anlamadım.
Neden?
Anlamadım.
Neden ben?
Acaba ne kötülük yaptığımı düşündüm ilk acıdan sonra.
Neden?
Nerede olduğumu anlamaya çalıştım.
Neden ben?
Telefon etmeliydim.
Yanlış girdiğim pin kodu nedeniyle telefonum kilitlendi.
Alt dudağımdaki yarığı önce dilimle hissettim.
Telefonun ekranından baktığımda, aklıma pişmemiş bir köfte geldi, dudağım kırmızı ve kanlıydı.
Ne yapmalıydım?
Bisikletim yerde yatıyordu onun sadece elciği yaralanmıştı, gördüm.
Gidecektim.
Kalktım ve bisiklete bindim biraz sonra Tekçam'ı gördüm. (Yalnızlığın canlı anıtı yaşlı bir çam ağacıdır kendisi, birçok yalnız gibi hikayesini sadece kendisi bilir.)
Onu görür görmez nerede olduğumu anladım. Önünde yıkılmış bina kalıntıları ve ceviz ile söğüt ve çınar ağaçlarının olduğu yangın göletinin orada avcılarla karşılaştım.
"Nasıl kötüyüm değil mi?" dedim.
"-Bir şeyin yok dediler."
 Sürdüm. 7 km sonra Kaynaklar Köyü'ndeydim. Hastaneye gitmek için bir şahine bindiğimde bisikletim orada bir köylünün evinde kalacaktı. hastane sonrasında eve geldiğimde evde kimsecikler yoktu.

Nif, dağlarda yürüyüş sevdamın başladığı yerdir benim. Her sevda gibi içinde acı vardır, yalnızlık vardır, anlamsızlık vardır, kendimle olan savaşın başladığı, yenilgiyi, umudu ve umutsuzluğu beni ben yapan acıları tattığım bir an vardır.

Her sevda bir tutku, her tutku  bütün acılara, bütün hayal kırıklığına, bütün kötülüklere rağmen bir umuttur. İnsan oradan doğar.

Not: Kazadan birkaç gün sonra kırılan dişimi bulmak için kaza yaptığım yere gittim. Kırılan dişimi aradım. Aslında tam olarak kaza yaptığım yeri bile bulamamıştım. Her parçamızın yolculuğunun son bulacağı yere dişim benden önce gitmişti.

22 Aralık 2016 Perşembe

Hakkari 91 Kışı

Kardı etrafı saran beyazlık.
Aralıksız yağardı.

Bu gözler ki, gördüler, kulaklarım duydu; coşkuyla düşen çığlıklarını ve sessizliğini yolları kesen ölü çığların.

Ve kanı gördüler, beyazla kirlenmiş ihanetin, bir pusunun  kanını.
Gece olurdu ve gaz lambasının titrek alevine düşerek ölürdü karanlık. Dilimde Adiloş Bebe'nin Türküsü: " Doğdun, üç gün aç tuttuk..." Bu toprakların yiğit sesi Ahmet Arif.

Beklerdim korkarak, kapıyı çalacak karanlığın ihanetiyle dost, eli silahlı adamları ve sessizce yaklaşan sabahı, sönmüş odun sobasının yanında kıvrımış kirli yatağımda; unutulmuş bir dağ köyünün unutulmuş okul lojmanında.

Dünya çok büyüktü, ben küçük küçücük, korkak, cahil, yalnız, kimsesiz; yorgun tütün tarlalarından taşıdığım gençliğimle bir başıma, masum, kederli... Hakkari dağlarında bir köyde öğretmendim.

Yalnızlık daha bir yalnızdır orada ve dünya kış ortasında bir gezegendir, her yeri kar olan, yarı çıplak ayaklarıyla okula gelen öğrencileri, yoksulluğu ve beni yaşatan bir "soluk mavi nokta".
Ben, çocukluğumun Küçük Prensi ve şapkasında fil yutmuş bir boa yılanı.

Kimse duymazdı. Anlatırdım.
Kimseyi duymazdım. Anlatırlardı.

Kar yağardı, perisi öldürülmüş bembeyaz bir masal diyarının süsü kar yağardı.

91 kışıydı.

8 Aralık 2016 Perşembe

Kaz Dağları Ultramaratonu

Hep denedin, hep yenildin.Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.
                                                                                         Samuel Beckett

Foto: Yücel Kalem


Kötü günler, Temmuz'un 15'inde Erciyes Sky Running Yarışını 60 KM için başlayıp 25'inci km'de bırakmakla başlamıştı...

Kaz Dağları Ultramaratonu için Güre'ye geldiğimizde saat 15:30 sularıydı. Kayıt işlemlerini yapıp yarış brifingini beklemeye başladık. Brifing başladığında anladım ki bu brifing bugüne kadar katıldığım yarış brifinglerinin en samimi olanıydı. Teknik bilgilerin yanında Polat Dede'nin Akdeniz sıcaklığı ve samimiyetini dikkatli bir göz hemen fark ederdi.

Yarışın başlangıç noktası Yeşilyurt Köyü'ne alacakaranlıkta ulaştığımızda saat 7:00'ye yaklaşıyordu. Köy kahvesinde yanan sobanın sıcaklığı ve biz koşucuların kalabalığı kahveyi doldurmuştu ve kahvenin bir köşesinde hayatımın en anlamlı aşkı kitapları görmek çok güzeldi. Dünyayı ve hayatı ve kendinizi olumlu yönde değiştirebilecek en önemli araçlardan birisi de hiç şüphesiz kitaplardır. Bütün insanlık ve uygarlık kitaplardan doğmuştur denilebilir bu yüzden bence ekmekten sonra en kutsal olan kitaplar olmalıdır. Bir insanın kitapla olan ilişkisi onu en iyi tanımlayan özelliktir benim için.

Tek atış bir silah sesiyle ile koşu başladığında herkes yokuşa doğru koşmaya başlamıştı. Hava serin ve karanlıktı, ihtimal bu saatte birçok köylü ve sizler uyuyordunuz. Taş döşeli yollarda çıkan ayak vuruşlarına ve nefes alıp verirken çıkan seslere, bir telaş içindeki koşuculara, sessiz sakin ve bir örtü gibi üzerimizi kaplayan sabahın alaca karanlığı eşlik ediyordu. Kafa lambalarının acımasız huzmeleri  bir bıçak gibi bu karanlığı yarıyordu. Bir süre sonra çam ormanlarının arasında toprağın ve ormanın bağrını yaran toprak orman yollarında koşmaya başlamıştık.

Hayatımın en güzel yanı bir orman köyünde doğup büyümüş olmamdır. Ne zaman bir ormana girsem bu ormanda çam ve çürümüş yapraklardan yükselen ve beni bir esrime haline sokan bir koku ile çobanlık yapan , orman işçisi olarak çalışan, çam ağaçlarının dallarında bir sincap gibi gezinen yeni yetme bir çocuk ile karşılaşırım. Onunla acı ve tatlı anılar ile hasbıhal eder, dertleşiriz. Çocukluğuna bir büyük olarak yer açan insanları ve kendimi severim ben.

Bir düzlüğe ulaştığımızda Edremit Körfezi üzerinde siyah bulutların arasında kendine büyük bir yarık bulmuş şafak, ki aynı şafak gülkurusu rengi ile Homeros'un epik destanı İlyada'nın her dizesine sinmiş; aşk, ihanet, kahramanlık, adanmışlık, yenilginin hüznü, kan, göz yaşı ve zafer  ile bin yıllar önce Troylular ile tezgiden gemileri ile savaşa gelen Akhalılar ve Troyluların kılıç ve kalkanlarını da aydınlatmıştı, ve o an hayalimde koşucuların ayak sesleri ile bu savaşçıların ayak sesleri birbirine karışıyor, alabildiğince turuncu bir alev kızıllığı ile gülkurusu şafak Edremit Körfezi'nden siyah bulutların arasından sızarak yavaş yavaş yükseliyordu.

Yorgundum ve kaslarım ağrıyordu ama yürüyerek çıktığım yokuştan sonra ne kadar yorgun olsa da koşmayı sevilen bir şiir gibi ezberlemiş bacaklarım durmak istemiyor koşuyordu bu bölüm yaklaşık 10 km kadardı ve önümde giden koşucuları bir bir geçmek 'evet yapabilirsin' duygusunun ve umudun doğmasına neden oluyordu. Asfalt bir yoldan sonra bir gönüllünün yönlendirmesi ile bir zeytin masalı başlıyordu.

Zeytin, kutsal meyve; ekmek kadar, su kadar bizi biz yapan ve uygarlığa katkısı en önemli ağaçtır. O olmasa uygarlık bu topraklarda doğmazdı.

Afyon'da bir öğretmen olarak çalışırken bir yol çalışması sırasında ortaya çıkan Roma mezarlarında bulunan toprak kandil ve göz yaşı şişeleri ile ilgili olarak şunu öğrenmiştim. Bir aydınlatma aracı olan kandillerde afyon yağı kullanılıyordu. Göz yaşı şişeleri ölen kişi için dökülen göz yaşlarını saklıyordu ve ne kadar çok gözyaşı varsa o kişinin günahları o kadar çok affediliyordu ve bu iş için o dönemde para karşılığı ağlayan, ağlama timleri vardı ve bunların gözyaşları bu şişelerde mezara gömülüyordu. Güneşin altında yüzyıllardır çok şey değişmemiş, zenginlik ve güç her zaman günahsız görünmek için iyi bir araç olmuş.

Ida Dağı'nın eteklerini yeşil bir gerdan gibi saran zeytinlikler yüzyıllar boyunca bize kandillerde ışık, yemeklerde tat olmak için vardılar. Işık yoksa uygarlık da yoktur. İnsanın en büyük macerası karanlıkları yok eden ışık için yapılan savaşlardır. Işık bu yüzden kutsaldır. Karanlık lanetlenmiştir.

Önümde koşan genç bir kadın koşucuyu geçtim, sonra o beni geçti, ben onu. Zeytin ağaçlarından kızıl çam ormanlarına girdiğimizde o ve arkadan gelen bir kaç koşucu alıp başını gittiler. bir yokuşta Uğur (Gürses) ve Soner (Kişin) ile karşılaştım. Bir düzlükte karşıdan gelen koşuculardan ve görevliden ilk kontrol noktası Adatepe'ye geldiğimizi öğrenmiştik. Ben çıkarken 35 km koşan eşim köye giriyordu.

Kaz Dağları adı Türkmen boyları için kutsal sayılan kazlardan geliyormuş. Türkler bu topraklara geldiğinde büyük olasılık Rumlarla iç içe yaşamaya başlamışlardı bunu Adatepe Köyü'nün taş binalarında ve yollarında hissetmek mümkün. Bu köy bu güne kadar gördüğüm en derli toplu ve mimari bir karekteri olan köylerden birisiydi. Sonradan öğrendiğime göre bu köyde bir Zeus Altarı hala duruyordu.

Köyün çıkışında tekrar orman yoluna giriyorduk. Yolda Taner Kırbaç ve Mehmet Özel ile bir süre koştuktan sonra ben yavaşladım. Aşil tendonu ve bir halsizlik beni koşturmuyordu. 80 km'yi tamamlama konusunda kararsızlığım artık kendini koşmayacağım 35km'de bırakacağıma dönüşmüştü.

Zeytinlikler arasında geçen yollarda tek başıma yürüyordum artık. Asfalt bir yoldan sonra girdiğimiz toprak yol bizi büyük bir çayın yanına getirdi. Burayı ıslanmadan geçmek istiyordum bu sırada Devlet Pasin ve bir arkadaşı gelip beni de teşvik ederek dereden geçtiler onlar gittikten sonra ben de ayakkabıları çıkarmadan dereden geçecektim. 'Özel mülk giriş 15 tl'dir, üçret peşin alınır' yazılarının olduğu bir kapıdan geçtim.  Artık kapalı olan görgüsüzlüğün zirvesi piknik alanını derme çatma beton, iğrenç bir köprü ile geçip, Muhtarın Yeri yazılı başka bir görgüsüzlük abidesi piknik alanını da geçtikten sonra hayatımda gördüğüm en güzel tek gözlü taş köprüye gelmiştim. Koşunun en önemli anıydı benim için. Gürül gürül akan su sesi ve köprü beni büyülemişti. Durdum ve birkaç fotoğraf çektim. Köprüyle tezat çirkin bir binanın (değirmen) içinden geçerek köprünün üzerine ulaştıktan sonra oradan fotoğraf çeken bir fotoğrafçı ile selamlaştım ve o bölgeden olduğu belli olan amcaya bu çayın yazın da böyle akıp akmadığını sordum. Amca 'bu çay yaz kış böyle akar.' dedi.

Foto: Yücel Kalem


Narlı Köyü'ne geldiğimizi bir köylüye köyün adını sorduğumda öğrendim. Kuş bakışı çok yakın görünen köyün adının da Doyran olduğunu gene aynı amcadan öğrendim. Narlı çıkışı eşim beni yakaladı. Onunla koşmaya yürümeye başladık. bir dereden sonra başlayan yokuş eşimin cut of'f'a yakalanmaması için oldukça zorlu geçti. Ne kadar yorgun olsam da yokuşları çıkarken bir sıkıntım yoktu ama Güldan çok yorulmuştu. Doyran'da Erciyes Skyrunning'i düzenleyen Atıl vardı. Onlara 80 km yarışçısı olduğumu ama 35 km'de bırakacağımı söyledim.

Oradan ayrıldıktan sonra artık yürüyorduk. Ben tamamen saldım ama Güldan bırakmamıştı o benden ayrıldı. Onu bir daha bitiş noktasında görecektim.

Altınoluk'a geldiğimizde kitap okuyan bir gönüllü 80 k'cılar bu tarafa diyerek sağı, 35 k'cılar bu tarafa diyerek sol tarafı gösteriyordu. Ben kolay olanı seçtim ve Altınoluk'un arnavut kaldırımı taşı yollarında yürüyerek indim. Bitiş çizgisinde yapay bir coşku beni canlandırmaya yetmedi.

Yenilmiştim.

18 Temmuz 2016 Pazartesi

Erciyes Skyrunning Sherlock'a Ağıt ve Bir Yaz Darbesi


Sherlock



Sherlock’a...


Onu yavru bir kediyken, son 10 yıldır hızla değişen Gaziemir’in, yığma tuğla yöntemi ile yapılmış ve  bahçeli tek katlı evlerinin yerini hiçbir estetikten nasip almamış ya da estetiği estetiksizlik olan, beton yığını, birbirine askeri nizam sıralanmış apartmanların işgal ettiği ve artık sokaklarında insanlardan, bakımsız sokak hayvanlarından ve ne yapacağını şaşırmış kara karıncalardan başka çok az canlıya yaşam hakkı tanıyan, ağaçları kesilmiş, toprak ile olan bağı soğuk sevimsiz asfalt ya da betonla kopartılmış  yürürken bir cezaevi bahçesinde yürüyormuşçasına insanın içini karartan bir sokağa bırakılan iki çöp konteynırının yanından bulmuş ve onu bir 13 haziran günü alıp eve getirmiştim. Beyaz tüyleri, sokakta yaşamaktan  toprak rengine dönüşmeye başlamış yer yer vücudunda sarı tüyler olan ve kuyruğu kedilere has desenlerle kaplı, veterinerin sonradan  yaklaşık üç aylık olduğunu söylediği yavru bir sarmandı. Evde onun yiyebileceği tek şey olan lor peyniri bir çırpıda yutmuştu, onun için hazırladığımız inşaat kumundan tuvaletine de ilk tuvaletini yapmış ve sonrasında da zaten hemen oyun oynamaya başlamıştı. Eğer çok canınız sıkılıyorsa yavru bir kedinin oyunlarını izleyin, size iyi gelecektir. Adının dişi olduğunu düşünerek  Üzüm koyduk, bu çok fazla uzun sürmedi çünkü veterinere götürdüğümüzde onun bir erkek kedi olduğunu öğrenince de adının o günlerde izlemekten çok keyif aldığımız- özellikle eşim- Sherlock dizisinin ana karakteri Sherlock olmasına karar verdik.


Erciyes Dağı Zirve

Anadolu kıraç bozkırının bağrından gökyüzüne doğru 3900 m yükselti ile yükselen volkanik Erciyes Dağı ile kardeşimin askerlik yaptığı zaman onu ziyarete gittiğimde, 1992 yılında tanışmıştım.



Sherlock Mutfakta

Sherlock artık hızla büyüyordu onunla oyun oynamak eşim ve benim en büyük keyif aldığımız şey halini almıştı. Bir çubuğa bağlanmış kurdele, lazer, cam misketler, ve eşimin sık sık iş dönüşü aldığı ve çantasından çıkan çeşit çeşit fareler, plastik toplar onun en büyük eğlenceleri olacaktı.


Erciyes Dağı 

Anadolu bozkırı hep canımı sıkmış, içimi karartmış, bende boğuluyormuşum hissi uyandırmıştır. Kayseri Havaalanı’na Erciyes Skyrunning Yarışı için indiğimizde akşam olmasına rağmen hava hala çok sıcaktı. Eşim ben ve İzmir’den iki arkadaş ile birlikte organizasyonun göndereceği servis aracını beklemektense Erciyes Skyrunning’in gerçekleşeceği Tekir Yaylası’na taksi ile gitmeye karar verdik. Kalacağımız Mirada Del Lego Oteli’ne girişimizi yaptıktan sonra, organizasyonun gerçekleştiği alana gidip yarış kitlerimizi alıp biraz makarna yedikten sonra otelimize döndük. Organizasyon merkezinde ve otelde artık birçoğunu tanıdığım koşucu arkadaşlar ile selamlaşıp hal hatır sorduktan sonra uyumak üzere odamıza çekildik.
Türkiye'de birkaç dağ maratonuna ya da maratona katıldıysanız seksen milyonluk büyük Türkiye’nin hemen hemen bütün koşucularını tanırsınız. Çünkü geçekten insanın kendiyle olan en zorlu mental ve fiziksel mücadelesi olan koşuyu bir avuç insan yapar bu büyük ülkede. 


Sherlock

Sherleock hızla büyüyordu ve artık erkek olmuştu. Her sağlıklı erkek gibi eş arıyor bunu da evimizin çeşitli yerlerine onun için mis gibi kokan feromenlerini bırakarak ortaya koyuyordu. Eşim onu kısırlaştırmamız gerektiğini söylüyor ben ise buna kesinlikle karşı çıkıyordum. Bir erkek dayanışması... Evimize çok nadir giren sirke artık en çok kullandığımız şeylerden biri olmuştu, Sherlock feromen bırakıyor biz sirke ile bu kokuyu yok etmeye çalışıyorduk. Açık unuttuğum gardırop onu en çok feromen bırakmayı sevdiği yerlerden biriydi. Bu yüzden onca yıkanmasına rağmen özellikle spor kıyafetlerim de bu kokuyu halen hissederim.

Strava kayıtlarıma göre 30 Mayıs’tan başlayarak Erciyes Sky Running bir gün öncesi de dahil, tam 45 gün hiç aralıksız her gün bisiklet sürerek  toplam 3500 km civarı bisiklete binmiştim. Bu tarihler arası ise sadece 22 km koşmuştum. Koşu ve bisiklet farklı kas grupları ile yapılan bir spor eğer düzensiz ve büyük zaman aralıkları ile bu iki sporu yaparsanız birbirine engel olduğunu artık öğrenmiş oluyorum. Çünkü bisiklet quadsları uzatıp hamstringleri kısaltıyor ya da koşu quadsları kısaltıp hamstringleri uzatıyor ya da tam tersi... Aynı şey kalflerin başına da geliyor.
Bisiklete başlamamın asıl sebebi aslında koşuda yaşadığım sağ aşil bağları ile sol kalfteki sorunlardı. Ben bisiklete bindiğimde koşuyu, koşuya başladığımda bisikleti unutan biriyim.

Bu güne kadar yorgun olmadan başladığım hiçbir yarış olmadı. Bir arkadaşım, ‘seni bir dinlendirebilsek çok daha iyi olacaksın’ der, ben de her defasında, ‘ben bisiklete binmeyi ve koşmayı seviyorum’ yarışlarda da derece yaparsam seviniyor yapamazsam da üzülmüyorum’ derim. Ben koşamayacak ya da bisiklete binemeyecek kadar ağrım ve acım olmadığı sürece koşmaya ve bisiklete binmeye devam edeceğim.


Erciyes Dağı'ndan Yapay Göl ve Kayseri


2015 Cumhuriyet Bayramı günü Buca Kaynaklar Köyü'nde bulduğumuz tüyleri yer yer zifte bulanmış gene bir yavru sarmanı alıp eve getirmiştik. Veterinere götürdüğümüzde bu ziftleri çıkarmak için veteriner derisinin bir kısmı tüysüz kalacak şekilde bırakmıştı, eve getirdiğimizde Sherleock bu yavru kedinin kalan ziftlerini yalayarak çıkarmaya çalışmıştı. Ama artık çok genç bir erkek olduğu için de onun da bir erkek olduğunu anlamıyor onunla çiftleşmek istiyor ensesinden dişleriyle tutup arkasına geçiyordu. Kısırlaştırma konusunda eşim galip gelmişti, onu veterinere bıraktığımda kendimi gerçekten kötü hissetmiştim.

İnsan öyle bir varlık ki her hareketi diğer canlılara zarar veriyor. Sözde biz bu sokak kedisine iyilik yapıyorduk. Onu operasyon sonrası almaya gittiğimde daha da çok üzülmüştüm. 


Sherlock Doğa Gezisinde 




16 Temmuz 2016 sabahı Erciyes Dağı Tekir Yaylası'nda camları kirli ve dış duvarlarındaki kırlangıç yuvalarından uçuşan kırlangıçlarla ve Erciyes'in zirvesinde yer yer kalmış karlarına bakan Mirada otelinin 118 nolu odasında  uyandığımda telefonu açtım ve öğretmen olduğum için MEB’den gelen mesajla darbe olduğunu öğrendim. Gece boyu duyduğum ezan sesleri şimdi anlam buluyordu. Ben her defasında sabah namazı ezanı sandığım ezan sesleri meğersem karşı darbe ezanıymış, bu ezan ve tekbirleri halen anlayamıyorum.

Organizasyonu düzenleyenlerden yarışın yapılacağı bilgisini aldıktan sonra hazırlıklarımızı yapıp yarışın başlangıç noktasına gittik. Zaten çok yorgundum bir de bunun üzerine darbe haberleri ben de dahil herkesin moralini sıfırlamıştı. Bazı arkadaşlar koşmamayı, bazı arkadaşlar 60k’dan 25 k’ya geçmeye karar vermişti ben ise 60k’da başlamaya karar vermiştim. Belki o gece yarışçılardan tam gece uyuyan sadece eşim ve ben idik. Herkes sabaha kadar televizyon karşısında kalmış uyuyamamıştı ve birçoğunun aklında ailesi vardı. Benim ise aklıma ilk gelen eğer Kayseri’de takılıp kalırsak evde yalnız bıraktığımız kedimiz Watson’ın tek başına ne yapacağıydı.


25K Bitiş Noktası


Yeni misafirimizin adını Sherlock’un yardımcısı olan Watson ismini vermeye karar verdik. Watson hızla iyileşti. Sherlock operasyon sonrası etrafa feromen bırakmayı bırakmış bütün işi güçü yemek yemeye dökmüş hızla kilo alıyordu. Yaklaşık 6.5- 7 kg olmuştu. Watson küçük olmasına rağmen Sherlock’a yapmadığını bırakmıyordu ama Sherlock çok kızdığında da bir abi olarak patiyi indiriyordu. Ama birbirlerini kovalayarak oynamak en keyif aldıkları işti. Bir de bol bol uyumak...

Sherlock’un en çok sevdiği şeylerden biri sabah kahvaltısında ya da kışın ben balkonda iken kucağıma oturmak ve benim ayakkabı kutularını ve diğer kutuları test etmekti. Bazen kendinden çok küçük olan kutulara giriyordu. Genelde eve geldiğimizde kapının girişinde yer alan kutusunda uyurken bulurduk onu. Diğer bir özelliği de biz eve geldiğimizde bizimle ‘naptın oğlum?’ dediğimizde yattığı yerden bize cevap vererek anlamadığımız bir kedi dili ile gözlerimizin içine bakarak konuşması ve gözlerini yavaşça kapatmasıydı. Gözleri yavaşça kapatmak kedi dilinde ‘seni seviyorum’ demektir.


Sherlock


Yarış başlamıştı ben yorgunluğun ve darbe haberlerinin verdiği bezginlik ile koşmaya başlamıştım. Canım hiç koşmak istemiyordu. Bir rampa sonrası koşmaya başladım ama quadslarıma giren acı beni koşturmuyordu. Yürümeye karar verdim. Bizden sonra gelen 25k yarışçılarından Kemal Kukul ve Aykut Çelikbaş’ı görünce yavaş yavaş yürümeyi 25 k’da yarışan eşimin beni yakalamasını sonrada beraberce yarışı 25k’da bırakmaya karar vermiştim. Bu ara İstanbul’dan Harun (Alışır) ve Mehmet (Bilgin) geldiler onları görünce biraz hareketlendim. Harun, eğer kötüysem eşlik edebileceğini söyledi ama ben teşekkür ederek ona gitmesini söyledim. Bu ara tekrar 60k’yı bitirebileceğimi düşündüm. Parkur bu güne kadar koştuğum en kırıcı parkurlardan biriydi ve hava gerçekten 2000 m.’lerde olmamıza ve sabah olmasına rağmen çok sıcaktı. İlk kontrol noktasında kola içip bir taç kraker aldım ve yürümeye devam ettim, bu ara Ceren (Hancıoğlu) beni bir patikada geçti. İlk çobanlarla karşılaştığımız yerde eşeğine binmiş amcaya darbeyi sordum; ‘Fetocular yapmış’ dedi. Yöresel bir ağızla hatırlamadığım bir cümle ile memleketimi sordu. Artık iyice yavaşlamıştım dönüp dönüp geriye bakıyor eşimin gelip gelmediğini kontrol ediyordum, 25 km’de bırakacaktım çünkü bacaklarım gerçekten gitmiyordu. Yorgundum. İkinci yörük obasına varmadan önce bir araçla karşılaştım hava iyice ısınmış ve suyum azalmaya başlamıştı. Eğer Erciyes Dağına gitmeyi düşünüyorsanız yanınıza ihtiyacınızdan fazla su alın derim çünkü Erciyes Dağı susuz bir dağ bunu asla unutmayın. İkinci yörük obasından su istemeyi düşündüm ama sonrasında vazgeçtim çünkü 7 km kadar bir yol kalmıştı. İkinci obadan sonra başlayan tırmanış bitmek bilmedi. Bu tırmanışta Adana’dan katılan bir koşucuya ağrı kesici elektrolit ve enerji tableti verdim. Önümde Kaçkarlar’da tanıştığımızı hatırladığımız ODTÜ’lü Sena yürüyor, oturuyordu. Kalbim çarpıyor dedi, bir ihtiyacı olup olmadığını sordum. Ben biraz oturacağım dedi sonrasında Adanalı koşucu ile beraber yürümeye başladılar. Bir düzlüğe gelmiştik ve suyum bitmişti oradaki bir çoban obasındaki yaşlı çiftten su istedim. Amcaya darbeyi sorduğumda darbenin Fetocular tarafından yapıldığını ve bastırıldığı söyledi. Oğlunu Fetullah’ın yurtlarında okutmuştu ama Fettullahçıları öldürmekten bahsediyordu. Öldürmeyi bu kadar çok neden severler anlamıyorum.

                           

                                                Önde Watson arkada Sherlock

‘Yücel, Sherlock nerde, gördün mü?’ diye eşim sorduğunda, 'görmedim' deyip geçiştirdim. Ama Sherlock, Sherlock...! seslenmelerine cevap vermiyordu.
Sabahtı.

O gece hava çok sıcak olduğu için eşim de ben de salondaki koltuklarda yatmıştık çünkü salonda klimamız vardı. Bir ara Sherlock eşimin yanında yatmış sonra da benim yanıma gelip uzanmıştı. Eşim uyurken onu rahatsız etmemek için çok dikkat ederdi.

Ben pencerelerden ve balkondan dışarı baktım ama bir şey göremedim. En sonunda anahtarları alıp asansör ile aşağı indim kapıyı açıp dışarı çıktığımda sol taraftaki duvarın dibinde bembeyaz bir melek gibi uzanıyordu. Başında sokakta beslediğimiz iki sokak kedisi onu kokluyordu. Dokundum vücudu soğuktu ve sertleşmişti, ağzından su akmıştı, hiç kan lekesi yoktu. Balkondan dışarı bakan eşime boğuk bir sesle ‘Sherlock ölmüş’ diyebildim. Aşağı inen eşim ona dokunarak ağlamaya başladı, ben 'cool' olmaya çalışıyordum ama olmuyordu. ‘Napacağız Yücel? Çöpe atmayalım, dışarı çok severdi onu doğaya bir yerlere gömelim’ dedi.

Büyük olasılık Watson’la oynarken ondan kaçmak için 6. katta olan evimizin  balkonundan düşerek ölmüştü.
Eve geldiğimizde dış kapıya bakarak miyavlardı, ya ben ya eşim onu taşıma sepeti ile dışarı çıkarır ya da kapıyı bilerek açardık o da koşarak apartman dış kapısına kadar iner orada bize bir iki kıhlar sonra onu kucağımıza alır asansör içinde korku dolu gözlerle yukarı çıkar eve girince rahatlardı. Bahar aylarında ise onu doğaya götürür, gezdirirdik.

Bir cuma günü şafak vakti onu alıp Gaziemir’in yakınlarında ormanlık bir alana gözyaşları içinde gömdük.

Ve bir gün bisiklet sürerken neden Sherlock’a bu kadar çok üzüldüğümün cevabını buldum. ‘Anlam ve hikayeler...’ İnsan hayat karşısında o kadar korumasız ki, her şeye bir anlam yüklemeye çalışıyor, ve bu anlamı gerçekçi hale getirmek için de onları hikaye, masal, efsane... haline getiriyor. Ölümün kendisi karşılaştığımız en anlamsız şey ama hayatı anlamlı kılan tek şey de ölüm. Eğer ölüm olmasa birçok duygumuzu da yitiririz. Duygularımızı yitirdiğimiz an da insan olmaktan çıkarız.

Sherlock’un ölümünden bir hafta önce gene bir park köşesinde eşimin bulduğu bir gözü ve burnu akıntıdan tamamen kapanmış yavru bir kediyi eve getirmişti. Onu en azından iyileşinceye kadar evde bakıp sonra arka bahçede bakmayı düşünmüştü. Gözünü göz damlası ile açmış burnu da kanlı akıntıdan kurtulmaya başlamıştı. Gözleri tamamen iyileşince anladık ki bu kedinin gözleri görmüyor ya da çok az görüyordu. Veteriner gözünün irisinin olmadığını söylüyor. O bir dişi ve adını Zeytin koyduk.
Hint felsefesinde şöyle bir inanış vardır; ‘bebekler dünyaya gelmek için anne seçerler.’
Zeytin bizi seçti.


Zeytin'in ilk günleri 



Zeytin

25K bitişi bir gölün kenarındaydı. Bizden önce gelen Aykut, Harun, Mehmet, Ceren ve diğer koşucular bizi alkışladılar. Bıraktım ve eşimi beklemeye başladım. Her gelene eşimi soruyordum.  En son genç biri geldi ona da sordum, 'görmedim' dedi. Koşuyu mutlaka bitireceğini düşündüğüm için beklemeye karar verdim. Bu sırada Harunlar bir araçla ayrıldılar,  biz de Strava'dan tanıştığımız Kayserili Nurettin Özcan, A. Ziya Mortaş ve Deniz Yusufoğlu ile sohbet ediyorduk. Harunlar geri dönmüştü ve Harun üzüntüyle bir koşucunun öldüğünü söyledi. Bir süre daha oturduk ama eşim gelmiyordu. Orada bir görevliye geride bayan bir koşucunun olup olmadığını sordum. Adını söylediğimde, ‘siz Güldan Abla’nın eşi misiniz? ölen koşucuyu Güldan Abla bulmuş.’ dedi. ‘Güldan nasıldı?’ dedim. ‘Gayet iyiydi. Gayet sakindi. Savcıyı bekliyorlardı’ dedi. Sonra telefonun çektiği bir noktadan ona ulaşmaya çalıştım ama ulaşamıyordum. Organizasyonun aracı ile otele varmadan önce ona telefonla ulaştım. Kayseri’de olduğunu ve onu bir şekilde otele ulaştıracaklarını söyledi.

Eşim koşuda en son kişiymiş, ayakkabısına kaçan taşları temizlemek için durmuş önünde giden birisi olduğunu biliyormuş. Onu bulduğunda yatıyormuş, önce nabzını boynundan kontrol etmiş bir şey anlamadığı için suni teneffüs ve kalp masajı yapmış, bu arada 14 defa organizasyona ulaşmak için telefon etmiş ama telefon çalışmıyormuş bir şey olmayınca yakındaki çobanlara seslenmiş onlar biraz yukarı telefonun çektiği yere ulaşıp 112 ve organizasyonu aramışlar. 40-45 dakika sonra ona ulaşıp merhumu alıp Kayseri’ye götürmüşler. Otopsiyi yapan doktorun eşime söylediği diğer organlarının sağlam olduğu ama kalbinin bir damarının yüzde 80 tıkalı olduğuymuş.

Sonradan öğrendiğimiz ölen kişi -çok iyi bir insan olduğunu onun ölümü sonrası Facebook paylaşımlarından anladığımız-  Adım Adım için koşan Mustafa Çağan’mış.
Huzur içinde, mekanı cennet olsun.

Foto: Harun Alışır


Sarıgöl 25k bitiş noktası

Beni en çok etkileyen filmlerden birisi Yönetmen David Fincher’in 1995 yapımı Se7en (Yedi) filmidir. Film yedi günah üzerinden, bize insanın karanlık taraflarını anlatır ve kötülere karşı; (Kevin Spacey, John Doe karekteri) 'Morgan Freeman’in canlandırdığı Somerset gibi mi, yoksa Brad Pitt’in canlandırdığı Mills karekteri gibi mi olmalı?' sorusunu sorar.

Filmin final sahnesi insanın hayatta çektiği acıyı (grief) anlatan en güzel sekanslardan biridir.


Bu ülkede o sekansı o kadar çok görüyoruz ki, ruhumu kaybetmemek, insanlığa olan büyük umudumu korumak için çok uğraşıyorum.Ve beni sarsan her kötülük ve acı karşısında Somerset ile Mills arasında gidip geliyorum.

Ama ne olursa olsun en zor anlarımda koşarak ya da bisiklete binerek, okuyarak, insanlığın yarattığı büyük değerler ile hayata, bize verilen bu armağana tutunmaya, onu anlamlı hale getirmeye çalışıyorum.


Seven Filmi Final Sahnesi


                                                     Yedi Günah
  1. Superbia (İng. pride): Kibir, kendini beğenmişlik (Lucifer'e atfedilmiştir)
  2. Avaritia (İng. greed): Açgözlülük (Mammon'a atfedilmiştir)
  3. Luxuria (İng. lust): Şehvet düşkünlüğü (Asmodeus'a atfedilmiştir)
  4. Invidia (İng. envy): Kıskançlıkhasetlik (Leviathan'a atfedilmiştir)
  5. Gula (İng. gluttony): Oburluk (Beelzebub'a atfedilmiştir)
  6. Ira (İng. wrath): Öfke, yıkıcılık, gazap etmek (Behemoth'a atfedilmiştir)
  7. Acedia (İng. sloth): Tembellik, miskinlik (Belphegor'a atfedilmiştir)
        Kaynak Vikipedi

        RIP Sherlock, seni çok özlüyorum, özlüyoruz... 

20 Nisan 2016 Çarşamba

2016 İznik Ultra 130K Yarış Raporu


                           
                                              Fotoğraf: Jordi Saragossa

‘’Troya savaşı biteli on yıla yaklaştığı halde İthaka Kralı Odysseus ülkesine dönmemiştir. Çünkü yıllardır bir adada tutukludur. Tanrılar, sonunda onun yurduna dönmesine izin verirler. Odesseia Destanı, Odysseus’un on iki gemisiyle ve yoldaşları ile yola çıkmasıyla başlayan ve üç yıl denizlerde sürünüp, bin bir tehlikeyi atlatmasından sonra ülkesine dönmesinin hikayesidir.’’
                                                         Odesseia , Homeros, Arka Kapak yazısından

Yaklaşık 44 yıldır var olduğum toplumun, aldığım eğitimin, algı kapasitemin, modern tanrılar; TV, internet ve medyanın etkisi altında  bir adada hapsedilmiş bir tutsaktım. Ve bir gün bisiklet sürmeye, koşmaya, macera dolu bir özgürlük yolculuğuna başladım. Bu yolculuk haz ve acılarım-sevinç ve mutluluklarımla devam ediyor. Biliyorum, her zaman özgürlüklerimi kısıtlayan birşeyler olacak ancak öldüğüm gün saf özgürlüğe kavuşacağım, ama yolculuk ve yol hikayelerim beni her geçen gün biraz daha olgunlaştırıp özgür olma düşüncesine yaklaştıracak. Aşağıdaki yazı dört yıl önce başlayan bu serüven dolu yolculuğumun en son bölümüdür...


 Ayaklarım şişmiş, iki ayak tabanım madeni 1 lira büyüklüğünde kabarmış ve patlamış, her ikisi de yarım kalmış birer ayak mumyasını anımsatan sargı bezlerinin içinde, zemberekli bir saatin çıkardığı saniye vuruşlarına benzeyen acı zonklamaları ile sızlarken, güneşin bizi yakan ama İznik Gölü’nün İznik çinilerine ilham veren turkuaz rengini ve dağların bahara durmuş zümrüt yeşilini ortaya çıkaran ışığı altında, zeytin bahçelerini yararak geçen asfalt yolda arabanın motorunun ve lastiklerinin yola sürtünmesinden çıkan sesleri eşliğinde İznik’ten, artık çok kötü, sıradan, bayağı, alelade  bir kocayla yaşamaya mahkum Amazon kraliçesi Smyrne’den adını alan ama halen çok güzel, işveli, cazibeli, o eskide kalan günlerinin muhteşem güzelliğini taşıyan bir kadına benzeyen İzmir’e doğru dönüş yolculuğuna başlayalı yaklaşık yarım saat olmuştu.

Eşim ile konuşurken İznik Ultra 50 km parkurunda kendini motive etmek için İngilizce’sini söylediği; “If you are  going through  hell, keep going’’ Winston Churcill (Eğer cehennemi yaşıyorsanız, (yaşamaya) devam edin...) ve benim de mottolarımdan biri olan ‘’Keep calm and carry on!’’ (sakin ol ve devam et) duyduğumda tamam dedim, yarış raporuma bu cümlelerle başlayacağım, kanımca ultra koşuları bu iki cümle çok iyi anlatıyor.

‘İthaka'ya doğru yola çıktığın zaman,
Dile ki uzun sürsün yolculuğun,
Serüven dolu, bilgi dolu olsun.
Ne Lestrigonlardan kork,
Ne Kikloplardan, ne de öfkeli Poseidon'dan.
Bunların hiçbiri çıkmaz karşına,
Düşlerin yüceyse, gövdeni ve ruhunu
İnce bir heyecan sarmışsa eğer.
Ne Lestrigonlara rastlarsın,
Ne Kikloplara, ne azgın Poseidon'a,
Onları sen kendi ruhunda taşımadıkça,
Kendi ruhun onları dikmedikçe karşına.’

İthaka, Kavafis (Çeviri: Cevat Çapan)


Fotoğraf: Soner Sarıhan

Serin bir İznik gece yarısı toplam 64 kişi, başlangıç takının altında reflektörlü yelekleri ve kafa lambaları ile hazır, sert doğa koşullarında 3225 m yükselti kazanımlı 137 km’lik İznik Ultra koşusunun başlangıç duyurusunu bekliyordu.

...3...2...1!!!

Bizleri destekleyen yakınlarımız ve seyircilerin alkışları arasında bir yaz yağmurunun iri damlalarının teneke kaplı çatılara düşmesi sonucu çıkan sesleri anımsatan ayak sesleri arasında başlayan koşu ile  birazdan İznik’in kadim zamanlardan günümüze kalmış, yıkık dökük surlarının  kapılarından birinden çıkıp, Dikilitaş İstasyonu’na doğru koşmaya başlamıştık. Geçen seneye göre biraz yorgundum, gene dinlenememiştim ve  bedenim koşmak istemiyor, bacaklarım isteksizdi. Bildiğim, ısındıklarında her şeyin normalleşeceğiydi, bu yüzden de çok da endişeli değildim.

Dikilitaş’a kadar normal bir tempo ile koşup istasyonun ikram bölümüne  uğramadan geçtim. Önümde, siluetlerinden onlar olduğunu anladığım Faruk (Kar) ve Aykut (Çelikbaş) koşuyorlardı. Ben yalnızdım kulağımda bu koşu için hazırladığım müziklerin sesi vardı. Boyalıcı’ya kadar olan bölümde anımsadığım Alper ve Elena çiftini geçtiğim birkaç koşucunun da beni geçtiği. Boyalıca istasyonundan sadece su alıp ayrıldım. Geçen yıl koşarak yarısına kadar çıktığım, sonrasında da bana büyük quads acıları çektiren Boyalıca tırmanışı öncesinden yürümeye başladım. Bu bölümü çıkarken Alper ve Elena çifti selamlaşarak, İzmir’den Soner Abi (Ulutan) ‘n’aber İzmirli?’ diyerek bir kaç koşucu ile beraber  beni geçtiler.

Unutulmaz anılarınız olsun istiyorsanız acı çekin ya da mutlu olun. Boyalıca tırmanışının inişinde, geçen sene quads kramplarının girerek bacaklarımı yürüyemez hale getiren su birikintisinin yanına geldiğimde her şeyi bir sene geçmesine rağmen çok net anımsadım, aynı şeyi mutluluk olarak gene hemen hemen aynı saatlerde geçen sene de duyduğum sarı gerdan kuşunun ötüşü ile de yaşayacaktım.

Boyalıca tırmanışı sonrası başlayan hafif diklite bir yokuşta büyük ihtimal köylülerin tarlalarını gübrelemek için kullandıkları tavuk gübresi döküntülerinden yükselen koku beni inanılmaz rahatsız etti, bu parkurun en sevmediğim yanı zeytinliklerde kullanılan bu tavuk gübresinden yükselen koku.  

Ilıca istasyonu öncesi küçük bir sapma ile istasyona farklı bir yerden girdim ve o bölümün işaretlemesinde sıkıntı olduğunu düşünüp istasyondaki gönüllüleri bilgilendirdim ama çıkışta yanlış yerden geldiğimi anladım. Alper ve Elena çifti ben çıkarken istasyona giriyordu. Sonrasında Alper tek başına beni geçecek ve Narlıca’ya kadar Elana ile zaman zaman karşılaşacaktık.

Dile ki uzun sürsün yolun. 
Nice yaz sabahları olsun, 
Eşsiz bir sevinç ve mutluluk içinde 
Önceden hiç görmediğin limanlara girdiğin! 
Durup Fenike'nin çarşılarında 
Eşi benzeri olmayan mallar al, 
Sedefle mercan, abanozla kehribar, 
Ve her türlü baş döndürücü kokular; 
Bu baş döndürücü kokulardan al alabildiğin kadar; 
Nice Mısır şehirlerine uğra, 
Ne öğrenebilirsen öğrenmeye bak bilgelerinden. 

İthaka, Kavafis (Çeviri: Cevat Çapan)

Gecenin karanlığında bir köy mezarlığının yanından tek başıma geçerken ürperdiğimi anımsıyorum. Ölümün sevimsiz yüzünü gece karanlığında sessiz bir mezarlık kadar iyi ne anlatabilir ki? Bir de bir mezarın üzerinde kafa lambanızın ışığıyla birden beliriveren iki tane parlak göz ile göz göze geliyorsanız ürperti en üst düzeye çıkar.

Drop bag’lerimizi alabileceğimiz 55 km’deki Örnekköy İstasyonu öncesinde Homeros’tan bu günlere bu topraklarda ‘gül parmaklı şafak’ ile  yükselen güneşi görmeye başladığım sıralarda, ben -daha sonra tanışacağım- İngiliz Tom, ve bizden Servet (Çataltepe) ve yolu şaşıran İhsan (Şal) ile ardarda istasyona giriyorduk.

Burada sevgili Mert (Derman) eşi Başak ve diğer gönüllüler güler yüzleri ile bizleri karşılamışlar, suluklarımızı doldurmuşlar, çorbalarımızı sunmuşlar, eksikliklerimizi tamamlamışlardı. Mert durumumuzu sorduktan sonra; ‘sizin yerinizde olmak istiyorum’ dedi ‘ben de sizin yerinizde olmak istiyorum’ dedim ve evlilik benzetmesi yaptım ‘dışardakiler içeri girmek, içerdekiler de dışarı çıkmak istiyor’  o da, ‘kıvırcık saçlılar düz saçlı, düz saçlıların kıvırcık olmak istemesine benziyor’ dedi ama ben gerçekten o an kafamda koşuyu bitireceğim diye kurgulamamış olsaydım, orada koşuyu bırakırdım.

Bir istasyonda daha önceden tanıdığınız birisi varsa ve o kişinin koştuğunu biliyorsanız  o an  moral motivasyonunuz kesinlikle artıyor ve güçleniyor. Bırakma fikri yok oluyor.
Bu istasyonda ayakkabılarımı ve çoraplarımı değiştirip reflektör yeleğimi ve kafa lambamı sırt çantama koyduktan sonra ayrıldım. Önümde Servet (Çataltepe), Veysel (Çetiner), İhsan (Şal) ve Elena vardı. İhsan (Şal) halen şaşırdığı yerdeki moral bozukluğu ile koşuyordu, ‘Abi onu artık unut’ dedim ve asfalt yola çıkmadan onu geçtim. Bir yerde İngiliz Tom ile tanışıp beraberce Sölöz’e kadar koşacaktık. Bu ikinci 100K üzeri koşusuymuş ve Ürdün’de çalışan bir İngilizce öğretmeniymiş. Neden koştuğunu sorduğumda ‘alkol ve sigara sorunu yüzünden’ olduğunu söyledi. Geçen sene daha gür akan Sölöz deresinde bu sene su daha azdı ama gene balıklar vardı ve  bir balık bizden kaçarken neredeyse karaya vuruyordu.

Sölöz’e vardığımızda Elena, Mustafa (Üçbilek) ve Veysel (Çetiner) ile karşılaştık. Veysel’e, ondan düştüğünü anladığım ve aldığım ağrı kesicisini verdim. Bir tüp balın da geride kaldığını söyledim, onu almamıştım ama o bal onun için önemliymiş içinde bazı destekleyicler varmış. Bilseydim alırdım dedim. Tom ve ben ayrıldık, ileride Veysel yolu şaşırmış geri dönüyodu. Tom, Veysel ve ben beraberce, geçen sene beni Boyalıca tırmanışından sonra ikinci defa bitiren ve yarışı bırakmanın eşiğine getiren yokuşu yavaş yavaş tırmanmaya başlamıştık.


Hiç aklından çıkarma İthaka'yı. 
Oraya varmak senin başlıca yazgın. 
Ama yolculuğu tez bitirmeye kalkma sakın. 
Varsın yıllarca sürsün, daha iyi; 
Sonunda kocamış biri olarak demir at adana, 
Yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin, 
İthaka'nın sana zenginlik vermesini ummadan. 
Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka. 
O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın. 
Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka. 

İthaka, Kavafis (Çeviri: Cevat Çapan)

Sol yanımızda zeytinliklerin hemen bitiminden başlayan turkuaz göl, sağımızda zümrüt yeşili orman ve bu ormandan yükselen çiçek kokuları arasında  Orman Genel Müdürlüğü’nün  bir aracı ve yolları düzelten greyder bizi toza dumana katarak geçti. Her adımda geçen seneyi anımsıyordum... Tom ayrıldıktan sonra uzun süre yalnız yürüyecektim, yolda Gürsel’i (Demircan) görecektim, kramptan zorlukla yürüyordu, bir ihtiyacı olup olmadığını sordum, teşekkür etti ve ben onu geride bırakarak ormanın içinde kıvrılarak giden yolda gözden kayboldum. Birkaç defa karşılaştığım kurumuş yapraklar üzerinde hızlıca kaçan kelerlerin çıkardığı sesler, bana sessizlikte ürpertiyle eşlik ediyordu. İnişe geçtiğim noktada geçen yıl Noyan (Kıran) ve Umut (Uğraş) karşılaştığımız noktayı tahmin etmeye çalıştım, sonrasında da zaten onlarla sanki tekrar koşuyormuşçasına beraberce Narlıca’ya kadar inecektim.

Narlıca’ya yaklaşırken Mustafa (Üçbilek) ile beraber koşacaktık. Köyün içinde çocuklar bizi gülerek karşıladılar ve bir pazar yerini geçerek Narlıca’ya 12:00 sularında vardık. Geçen yıl burada 50K koşucuları olduğu için daha çok destekleyen, alkışlayan vardı. Bu yıl onlar bir buçuk saat önce başladıkları için onlarla karşılaşmamıştım.

                            
                                                 Fotoğraf: Murat Akkaya

Ultra koşularda siz koşarsınız ama sizi bir sonraki istasyona kadar taşıyacak olan ayrıldığınız istasyondaki gönüllülerdir, eğer bir de  istasyondaki gönüllüleri daha önceden tanıyorsanız, onların üzerinizdeki pozitif etkisi ikiye katlanır. Narlıca’da İzmir’den  tanıdığım dünyanın en güzel sporcu kargaları Mavi Karga Kulübü’nün gönüllüleri vardı. Noyan (Kıran), eşi ve kızı, Kutluhan (Özkunt) ve Çağın (İpekoğlu) ve birebir tanışmadığım diğer arkadaşları bize süper bir servis hazırlamışlardı. Aralarında İstanbul’dan Murat Akkaya’da vardı. Onların ince davranışları ile ben hayatımın en güzel boyozunu ve irmik helvasını (lokma eksikti ama olsunJ) İzmir’den 425 km uzakta Narlıca’da yiyecektim. Daha önceki istasyonlarda olmayan peynire resmen aşermiştim, İzmir tulumu değildi ama bu istasyonda  peynir vardı. İçtiğim çorba ve bolca yediğim boyoz, peynir ve diğer yiyeceklerden sonra sevinçten olsa gerek Kutluhan’a sarılıp, Çağın’a da bir Star Wars fanı olarak ve onun da Cosmos’da gezen bir ruh olduğunu düşündüğüm için ‘may the force be with you!’ (güç seninle olsun) diye bağırarak ayrılacaktım. Sonradan aklıma geldi; ‘12 saattir koşuyorsun ve leş gibisin, Kutluhan’a sarılmazsan olmaz mıydı?’ Koktuysam özür Kutluhan. Teşekkürler Mavi Karga, ‘on numara beş yıldız!’ bir servis vardı.

                            
                                        Fotoğraf: Cem Gaygusuz

Engin Geçtan İnsan Olmak kitabında şöyle bir şeyler yazar; ‘modern insanın en büyük problemi kentleşmedir, insan doğada evrilmiş ona göre bedensel ve psikolojik dürtüler, güdüler ve savunma mekanizmaları geliştirmiştir ama kentlerde yaşamak zorundadır’ Bu sözleri okuduğum günden beri en zorlu anlarımı doğanın sağaltıcı ortamında yürüyerek, koşarak ya da bisiklete binerek aşmaya çalışırım.

Narlıca sonrası köyün içinden zeytinliklerin arasına, oradan da bir tırmanış sonrası tekrar zeytinlikler ve sonrasında bir çok koşucunun ‘bu da ne ya?’dediği bölüme girdim. Hemen arkamdan Mustafa (Üçbilek) geliyordu. O ‘ben Elena’yı bekleyeyim’ dedi, ben ayrıldım. Sonrasında ilk inişin bittiği ve ikinci tırmanışın başladığı yerde beni tekrar yakalayacaktı. İkinci tırmanışın hemen başında bizim de yolu şaşırdığımız bölümde çok hızlı gelen bir sporcuyu uyardık ve bizim önümüze geçip koşarak bir yokuşu çıktı. Bu ilk gördüğümüz 80K koşucusu idi. Sonradan adını öğrendiğim Hasan Öztürk eğer böyle devam ederse ultranın parlayan yıldızı olacaktır. Böyle bir parkurda 6.44 pace ile 84 km’yi 9:35 saatte bitirmek inanılmaz bir başarı. Neyse, onun hemen arkasından bir İngiliz sonrasında da başka bir Türk koşucu geçecekti.

Hasan’ın bizi geçtiği yerden başlayarak Müşküle Köyü girişine kadar olan bölüm bence bu parkuru koşmaya değer kılan en önemli bölüm. Kelimenin tam anlamı ile balta girmemiş bir ormanın içinden, kuş sesleri ve çiçek kokuları eşliğinde minik dereleri geçen bir patikada koşuyor, yürüyorsunuz. İşte bu, biz kent insanlarının birçok probleminin kaynağı kentlerden uzaklaşıp,  doğanın geçmişimizle buluşmamızı sağlayan en güzel armağanı. Umarım bu bölüm asla parkurdan çıkarılmaz.

Koşuyorsanız ya da  koşacaksanız yarış anında  asla parkurla, hava koşullarıyla, organizasyonun eksiklikleriyle ve gördüğünüz diğer olumsuzluklarla uğraşmayın. Bunun beyninizi ve vücudunuzu yormaktan, enerjinizi yok etmekten başka bir işe yaramayacağını unutmayın. Ne düşünürsek beyin ve sinir sistemimiz onu gerçekleştirmek için çabalar.

Müşküle Köyü’ne Veysel (Çetiner) ile dik bir asfalt yoldan ulaştık, köyün içinde yer alan çeşmeden su içip suluklarımızı doldurduk. Ben ikmal istasyonuna uğramadan geçtim. Yaşlı teyzeler ellerinde yaşmakları, oya örüyorlardı. Geçen seneki coşkuyu göremedim, sanırım onlar da duruma alışmış ya da 50K koşanlarla vermişlerdi bütün coşkularını. Müşküle’den  sonra başlayan tırmanışın sonlarına doğru 80K koşan Derya (Duman) ve bir arkadaşı yaklaştı, onlara önlerinde üç 80K koşucusu olduğunu söyledim, Derya da bana çok iyi göründüğümü söyleyip ayrıldı. Biraz sonra tekrar inişe geçtiğimiz yolda her halinden psikolojik olarak savaştığı belli olan 130K koşucusu Burak’ı (Kılıç) görecektim. Onu geçtikten sonra Narlıca’dan beri ayaklarımı sürekli olarak gördüğüm her su birkintisine soktuğum için içeri giren küçük taş parçalarından olduğunu düşündüğüm karıncalanmanın nedenini anlamak için bir çeşme başında ayakkabılarımı çıkararak temizledim.
Aslında bunun daha sonra 100 km’lerde ortaya çıkacak olan tabanlarımın su toplama başlangıcı olduğunu anlamamıştım. Geçen yıl da bu parkuru aynı ayakkabılar ile koşmuştum, yarış bittiğinde ayaklarımda hiç kabarma oluşmamıştı. Sanırım yaptığım hata, Örnekköy’de ayakkabılarımın aynı modelin (New Balance, Leadville) tabanlıkları değiştirilmiş yarım numara büyüğünü giymemdi. Orjinal Leadville tabanlığı ince ve görece daha sertti, benim değiştirdiğim tabanlık ise Puma’nın biraz daha kalın ve oldukça yumuşak tabanlığıydı, sanırım bu ayağımın tabanının ayakkabı içinde sabit durmasını engelledi ve sürtünmeyi arttırdı. Eğer düşündüğüm doğruysa bir daha asla yumuşak bir tabanlık ile koşuya başlamam.

Gene parkurun en güzel bölümlerinden biri başlamıştı artık ağaçların altında kıvrılarak giden bir patikada tek başımaydım. Bir süre sonra İzmir’de yaşayan duayen kadın koşucu Alessia de Mattis gelecek onunla konuşacaktık. Çok iyi antreman yapamadığını söyleyecekti ama çok sağlam gidiyordu.

Geçen yıl  bir yüzüğü bulduğum çamurlu patika geçişine geldiğimde güzel bir anı ile beni güzel bir insana götüren yüzüğün hikayesini ‘ultra maraton kardeşliği’ adına yazmalıyım.

Geçen sene hemen hemen günün aynı saatlerinde çamurlu bir patikadan Süleymaniye’ye doğru inerken çamurun içinde beyaz bir yüzüğün parladığını görmüş ve elime aldığımda içinde Yeldağ ve bir tarih yazdığını fark etmiştim. Yüzük benim parmaklarım için çok dar olduğundan sağ serçe parmağıma takıp koşmaya devam etmiştim. Koşu bitiminde de bir yüzük bulunduğunu anons ettirecektim. Koşuyu bitirdikten sonra masaj yaptırırken, orada masaj yapanların babası olduğunu söyleyen bir amcaya yüzüğü verip anons ettirmesini rica etmiştim. Sonrasında da,  ‘ya adam anons ettirmezse’ diye içime kurt düşse de artık olan olmuştu.

Yarıştan birkaç gün sonra Koşu Gazetesi Forum’da bir üye, ‘yüzüğümü bulan ve onun bana ulaşmasını sağlayan kişi eğer bu yazıyı okuyorsa lütfen bana dönsün, ona bizzat teşekkür etmek istiyorum’ yazıyordu. Sonrasında yazıştığımızda, benim yüzüğü  bulduğum yerde bir dalı geçmek isterken ayağının kayması sonucu düştüğünü ve yüzüğün de büyük olasılık o zaman parmağından düştüğünü bunu 5-6 km sonra fark ettiğini belirtmişti. Aslında yüzüğü kaybettiği için morali bozulmuş ama yüzüğünün bulunduğu haberi ona kardeşi tarafından iletildiğinde koşuyu bitirmesine 6-7 km varmış ve cut off zamanından önce koşuyu bitiremeyeceğini düşünüyormuş. Aldığı bu haber sonrasında morali düzelmiş ve yarışı cut off zamanı olan 8:30’a çok yakın olan 8:31.40 ile bitirmiş. Yarış sonrası beni aramış ama bulamamış.

Güzel bir arkadaşlığın başlangıcı olan bu olaydan sonra yüzüğün sahibi Erol (Dinneden), eşi Yeldağ ve sevgili kızı Ada ile Kapadokya yarışlarında şahsen tanışacaktık. ''Karma''ya inanmalı insan, yaptığınız her güzel şey size bir güzellik olarak döner, ki tersi de doğrudur.

Ben zaman zaman ‘yazmak için koşuyorum derim’ evet kesinlikle bunda bir gerçeklik payı var ama bu uzun koşuları anlamlı kılan yol hikayeleri ve geride kalan anılar. Hikayeleri ve anılarınızı hayatınızdan çıkarın, hayatınız bir hiçlikten başka birşey değildir. Öğrencilerimin velilerine hep söylerim:  ‘siz sadece bir çocuk yetiştirmiyorsunuz onlara unutamayacakları hikayeler ve anılar da yazıyorsunuz, lütfen çocuklarınızın çocukluklarına güzel anılar kazıyın.’

Süleymaniye’ye  doğru inerken her hallerinden  80K’cı oldukları belli koşucular birer birer beni geçiyorlardı ve gene her hallerinden yorgun oldukları belli olan 50K’cıların geride kalanlarıyla karşılaşmaya başlamıştım.
...
Sirenlere varacaksın sen en önce,
onlar büyüler yakınlarına gelen bütün insanları,
kim yaklaşırsa bilmeden ve dinlerse onları, yandı,
bir daha evinde onu ne karısı karşılar, ne çocukları.
Sirenler onu çayırda çınlayan ezgileriyle büyüler,
çayırın çevresinde kemikler vardır, öbek öbek,
bunlar kemikleridir etleri çürüyen insanların,
büzük büzük durur kemiklerin üstünde deriler.
Durma orada yürü, arkadaşlarının da tıka kulaklarını,
tatlı balmumuyla tıka ki, onların sesini dinlemesinler,
istersen dinle sen, ama bağlasınlar ayakta seni,
hızlı geminin içinde iplerle bağlasınlar
kollarından bacaklarından orta direğe,
ondan sonra dinle Sirenleri doya doya.
Ama dostlarına yalvarır da, dersen ki ne olur iplerimi çözün,
bağlasınlar onlar senin bağlarını bir kat daha sıkı.
....
Odysseia-Homeros

Süleymaniye’ye vardığımda köyün içindeki gürül gürül akan bir çeşmenin yalağına ayaklarımı soktum çünkü o karıncalanmanın ayaklarımın su toplaması olduğu kesinleşmişti. Bir koşucunun en zorlandığı acı türlerinden biri ayak tabanlarının su toplamasıdır çünkü her adımda bütün yük tabanlara ve bu acının üzerine biner. Çaresi ise ağrı kesiciler-ki geçici çözüm üretirler- ve bu acıları çekerek önemsememektir. Böyle anlarda acı ile yüzleştiğimde kendimi hep şöyle ikna ederim; ‘bütün fiziksel, bedensel acılar gelip geçicidir-tabanınız birkaç haftada eski haline döner ve unutursunuz- ama ruhsal acılar kalıcıdır ve verdiği acıların geçmesi bazen imkansızdır. Keep calm and carry on!’ (sakin ol ve devam et)

Süleymaniye çıkışında ikisi kadın biri erkek üç 50K koşucusu ile kısa bir sohbet ettik. Sonra ben onları geride bırakarak devam ettim. Süleymaniye çıkışı sonrası başlayan toprak yolda Müşküle çıkışı karşılaştığımız Burak (Kılıç) ile tekrar karşılaşacaktık. Burak İstanbul’dan bir mimardı, çok yorgun gözüküyordu, ben dayanmasını birazdan mental bariyerlerin yok olacağını söyledim. Onun da ayak tabanları kabarmıştı. Yanımda taşıdığım Arveles ağrı kesicilerden birini verip ayrıldım. Sonrasında koşarak beni geçecek ve benden önce koşuyu bitirecekti.

Geçen sene bu bölümlerde Miguel bana pacerlık yapmıştı ve ben kendimi daha iyi hissediyordum. Bu sene yalnızdım ama tecrübeliydim ve asla bırakmamaya kararlıydım. Bir de her koşucu bilir, eğer 5 km koşuya çıktıysanız 4 km, 10 km için çıktıysanız 8km... eğer 137 km koşacaksanız 100+ km’lerde bütün mental bariyerleriniz yıkılır. Bunu bilirseniz daha da güçlenirsiniz, bilgi güçtür.

Derbent öncesi peşimde daha önce geçtiğim 50K koşan üçlü gruptan genç bir kızı gördüm. Yanıma geldi ve tanıştık, ben lise öğrencisi olduğunu düşünmüştüm oysa Selin (Erişir) mimarlık fakültesini bitirmiş ve işini yapan genç bir kadındı. Adım adım grubu ile koşuyordu. Derbent’e birlikte girdik. Derbent’te İzmir’den 80K koşan Şenol Abi ve Bekir (Çakaroğlu) ile tekrar karşılaştım. Ben birşeyler yiyip istasyondan ayrıldım. Köyden çıkan yolda Selin beni geçti, orman yolundaki kısa tırmanış sonrası inişe geçtiğimizde onu yakaladım, bundan sonra beraberce İznik’e kadar gidecektik. Selin (Erişir) de bu ülkenin pırıl pırıl genç ruhlarından birisi ‘cut off’ (yarışçılara tanınan zaman limiti) zamanının çoktan bittiğini bildiği halde onun için çok önemli bir nedenden dolayı bu koşuyu bitireceğini söylüyordu ve  gece için  bir el feneri vardı. El fenerinin ışığını gördüğümde o ışıkla bir yere gidilemeyeceğini düşündüm. Zaten sonrasında benim kafa lambasının ışığı ile koşuyu bitirecektik. O an ultraların ve hayatın değişmez kuralı olması gereken alturism (diğergamlık) ile yüzleştim. Onu bırakıp gidebilirdim ama bu Selin’e büyük bir haksızlık olurdu. Bu son bölümde onunla konuşa konuşa İznik’e varacaktık. Geçen yılın 50K kadınlar birincisi Sevgili Caterina (Scaremelli) benim bu sohbetlerimi (monologlarımı mı desem J) hep ‘podcast’ olarak niteler.


Onu yoksul buluyorsan, aldanmış sanma kendini. 
Geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki, 
Artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini 
İthakaların. 

İthaka, Kavafis (Çeviri: Cevat Çapan)

Şehrin içine girdiğimizde saat 9:45 sularıydı ve sabah çıktığımız başlangıç takına doğru yol alırken, Selin’i tanıyan Adım Adım grubu bir cafede oturmuşlardı. Selin’i gördüklerinde bir erkek bir kadın koşucu Selin’i destekleyen bağırışlar arasında yerlerinden fırlayıp bizimle koşmaya başladılar. Bitiş takını geçtiğimizde ilk 50K’sını bitiren sevgili eşim Güldan ve Erol (Dinneden) ve sevgili Selin beni ilk kutlayanlar olacaktı. Selin, beni onu bekleyen akrabaları ile tanıştırırken ve eşimle tanışırken: ‘O benim hero’m!’ (kahramanım) diyecekti.

Bu yarışın, en güzel ve anlamlı ödülü de bu sözler olacaktı.