31 Aralık 2016 Cumartesi

Okuduğum kitaplar

Eski çağlarda güce sahip olmak demek bilgiye ulaşmak demekti. Günümüzde güce sahip olmak demek neyi görmemezlikten gelmemiz gerektiğini bilmek demektir.
Herşeyin gerçekleştiği kaotik dünyamızda neye odaklanmamız gerekir?

Homo Deus/Yuval N. Hariri

Dün akşam Homo Deus kitabını bitirdim. Cehaletimin boyutları ile yüzleşmek bir açıdan acı, bir açıdan mutluluk vericiydi. Cehaletinizi farkettiğiniz oranda gelişirsiniz.
Daha önceki kitabı Sapiens yeterince doyurucu ve bilgilendiriciydi. Yeni kitabı Sapiens kitabının devamı gibi, insanlığın geleceğine ışık tutar nitelikte.

Dün kitabı okurken şunu fark ettim kitap 2015 yılında İbranice yazılmış ve 2016 yılında İngilizce baskısı yapılmış. Kitabın son sayfalarına doğru siber casusluğun daha etkili olacağı yazıyor. Amerika tam da dün 35 Rus diplomatik görevliyi bu yüzden istenmeyen kişi ilan etti.

İnsanın geleceğini öngörmek istiyorsanız bu kitabı okumalısınız.

2016 yılının diğer önemli kitabı benim için Özgür Bolat'ın Beni Ödülle Cezalandırma kitabıydı.

Mutsuz, kararsız, özgüvensiz, okumayan, bizim kadar (yetişkin) tüketici bir çocuktan gelecek beklemek abesle iştigal, yeni nesil çocukların bir çoğu ergenlik sancılarını Ottoman vb yerlerde nargile fokurdatıp "naber lan?" Geyiği ile geçirecek ya da bilgisayar oyunlarının başında böğürerek mutlu olacaklar. Okur yazar (okuma yazma bilmek değil okur yazar olmak) sayısını arttırmazsanız belki gelişiriz -çünkü gelişmenin dinamikleri gelişmiş uygar bir toplum olmaktan farklıdır- ama  uzun bir süre bu bataklıkta dinsel ve ırkçı fanatizmle  yaşayacağız demektir.

2016 yılında sevdiğim diğer bir kitap Natural Born Heros, Cristhoper McDougall'ın Born to Run (Türkçeye "koşmak için" diye çevrildi) kitap ikinci dünya savaşı sırasında Girit adasında İngilizlerin bir Alman generali kaçırması kurgusu üzerinden koşu üzerine yazılmış çok güzel bir kitap. Kitabı okuduktan sonra bu adayı birgün mutlaka ziyaret etmeye karar verdim.

Bavulumda kitaplar... (belki bir kindle)

Okumak kadar sizi aydınlatacak başka hiçbir araç aramayın.

Bol okumalı, yazmalı mutlu yıllar!

26 Aralık 2016 Pazartesi

Nif

Mistisizm
Nif'e ne zaman çıksam yalnızlığımla tanışırım.
Çok uzaklarda da olsa kentin -birbirimize ve kendimize yabancılaştığımız, deli dolu sevdaların, kırık aşk hikayelerinin ve hüzünlü ayrılıkların, yoksulluğun,sefaletin ve çılgınca zenginliğin, sokaklarında küçük anoforlarla uçuşan çöp artıklarının, egsoz kokusunun, klakson ve motor seslerine karışan anlamsız diyologların, üçüncü sınıf otel odalarında kaçak, gariban sevişmelerinin ya da artık mantar gibi etrafı saran gökdelenlerin denize bakan suitlerinde " king size" yataklardaki metaryalist sevişmelerin seksüel salgılarının ruhsuzluğuna yuva olmuş, herşeyin yapay olduğu çok uzaktaki kentin- uğultusu zaman zaman duyulsa da sizi rahatsız etmez.
Güney'de bulutların ve sislerin arasından Aydın Dağları ve Sisam göz kırpar, doğuda Bozdağ, kuzeyde Niobe'ye analık eden Spil, kuzeybatıda Yamanlar ve tam batıda turkuaz Körfez ve asırlardır tecavüz edilmiş Amazon'un en güzel kızı Symirna... (artık son tecavüzcüleri yap-satçıların beton gökdelenlerine teslim edilmiştir. )
Nif zirveye yakın tek tük ağaçları ve bu dünyaya ait değilmiş gibi duran kaya yapısıyla mistik bir masal anlatır bana.
Kentler yavaş yavaş öldüğümüz, kendimize ve başkalarına hayatı zehir ettiğimiz bir cehennemdir, dağlar ruhumuza yoldaşlık eder ve hikayeleri yeryüzündeki en eski kent hikayelerinden daha da eskidir, mahzende unutulmuş yıllanmış bir şarap gibi her yudumuyla sizi tarifsiz esrimelere sürüklerler.
Bir şahin çığlık atar.

Alankıyı

Yola çıktığımızda bir pazar gününün erken öğleden sonrasıydı. Arabanın uğuldayan motor sesi, radyoda çalan İngilizce şarkıya karışıyor, lastiklerin yola sürtünmesinden çıkan ses ve dar bir yarığı anımsatan camın aralığından yüzüme çarpan serin rüzgar ve uğultusu bize eşlik ediyordu.

Bugüne kadar bu ülkeyi kıyasıya eleştirdim, artık öğrendim ki gerçeği kabul etmemek sadece acı çekmeyi arttırıyor. Bu ülke böyle. Bu yazı biraz da bununla ilgili.
Yaklaşık iki ay önce bisiklet ile yapmış olduğum 161 km'lik yolculuğu bu defa arabayla yapacaktık. İlk durağımız yaz aylarındaki insan sayısını yitirmiş Alankıyı Yaylası'ydı. Çoğunluğu ceviz ve kiraz olan ağaçlar yapraklarını dökmüştü ve kuzeydoğu yönündeki Dededağı bütün haşmeti ile bir kartal gibi bu düzlüğü seyrediyordu. Sürekli buraya gelmek için geç kaldığımızı söylüyordum; çünkü sonbaharın sıcak renklerinin yerini edepsiz bir çıplaklık almıştı.

Bir yılan gibi kıvrılan yoldan Yenikurudere Köyü'ne vardık ve yolun kenarında satış yapan köylülerden bu köyün de Pomak köyü olduğunu öğrendim. Bilmiyordum.
Yükselti azaldıkça bütün sıcaklığı ile sonbahar geri geliyordu. Çam ağaçları yeşil, kiraz ağaçları kırmızıdan kahverengiye, çınarlar yaşlıdan sarıya renk değiştiriyorlardı ve havada bir küf kokusu vardı.
Başka bir pomak köyü olan Kamberler'e gelmeden önce su içmek için durduğumuz çeşmenin başındayken bir grup araç içinde gördüğüm insanların şehrin orta ya da üst gelir grubunun orta yaş üstü insanları olduğunu düşündüm. Köye geldiğimizde yanılmadığımı anladım. Bunlar İzmir çukuruna sıkışmış bir kitlenin haftasonu kaçışı arayan insanlarıydı. Ellerinde dslr denilen drop ya da full frame makinalar vardı. Fotoğrafçının biriyle bisikletten bildiğim bir şeyi paylaştım "en kötü bisikletçiler genelde en iyi bisiklete sahip olmak için uğraşırlar." Fotoğrafçılıkta da bu böyledir, okumayan, gezmeyen sıradan fotoğrafçılar bütün paralarını en iyi objektif ya da makina için harcarlar. Bir de, ben Nikon'cuyum, ben Canon'cuyum geyiği de döndü.
Onlar Nazarköy'e ( İzmir'e yakın nazar boncuğu atölyelerinin olduğu fotoğrafçı cenneti) gitmek için araçlarına binip ayrıldılar. Çoğunluğu, bir grubu, bir insanı ilk defa görmenin suratsızlığını üzerlerinde taşıyorlardı.
Kamberler'den ayrıldığımızda güneş geç öğleden sonrası için alçalmaya başlamıştı. Geçtiğimiz yolun bir noktasında çınar ağacının dalları bir nevi tünel oluşturmuştu ve sarı güneş altında içinizi kıpır kıpır eden bir görüntü oluşturmuştu. Durduk ve aşağıdaki fotoğrafları iPhone ile çektim.
Osmanlar bir kadim yörük köyüdür ve Anadolu'nun birçok köyü gibi bakımsız ve pistir. Önünüzde giden kayıklı motorsikleti ile yeni yetme bir genç bizi de görünce garip bir ara gaz vererek motorsikleti kullanmaya başladı. Gençler izlendiklerini düşündükleri anda cozuturlar.
Çınardibi Köyü'ne geldik ve daha önce yemek yediğim köy lokantasında bulabildiğimiz tek vejetaryen yemek patlıcan yemeği ve pilavdan sonra içtiğimiz çay ve lokantacı ile pomak tarihini konuştuktan sonra ( bu köyde pomak köyüydü ve lokanta işletmecisinin söylediği Bulgaristan'da müslümanlara karşı savaşmak istemedikleri için ve savaş sonrası başlayan öç sürecinde 1870 yılında buraya gelmişlerdi) kiraz ve üzüm kurusu aldık ve ayrıldık.
Dağteke Köyü şifalı suyu ile ünlüdür, sözde böbrek taşlarına iyi geliyormuş. Bu köyle olan ilişkim en eski olandır 2007 yılından beri bisikletim ile iki üç bazen dört beş defa gelirim. Buraya bisikletle ulaşmak gerçek bir meydan okumadır benim için. Suyunu bilmem ama bu sudan yapılan çay gerçekten farklıdır.
Helvacı, Ormanköy, Karakızlar, Karaot, Dağkızılca, Doğancılar, Kırıklar ve Karacaağaç köyleri üzerinden eve geldiğimizde karanlık çökmüştü.

23 Aralık 2016 Cuma

Bir Bisiklet Kazası ve Kayıp Dişimin Peşinde


Düşmüştüm. Sağ ön üst dişimdeki keskin sızıyı hissettim ilk önce. Sert, dayanılmaz bir acı ve dilim dişimdeki kırıklığı, kırıklık nefes alışımda oluşan hava akımının verdiği sızıyı hissetti. Artık ömür boyu taşıyacağım bir kırıklıktı bu. Kırılmıştı. Kırılmıştım.

Nif kış aylarında sırtlarında karda yürüyebileceğiniz, İzmir'in kuzeydoğu yönünde 1450 metre tepeden bakan bir zamanlar dağ kaplanlarının, birçok kurdun kuşun yaşadığı, şimdilerde başıboş atlar, birkaç dağ kuşu ve yaz aylarında Kırıklar Köyü'nde kalmış son birkaç keçi sürüsünden ve dağı bir hastalık gibi kemiren orman işçilerinden başka bir canlı ile karşılaşamayacağınız bir dağdır. Nif'e güney yüzeyinden çıkarsanız Kırıklar Köyü'nden başlayan kızıl çam ormanlarının arasından  geçerek 1000 metrelere vardığınızda, önce kokusuyla sonra varlıklarıyla ardıç ağaçları karşılar sizi. Ovacık, Gelin ve Nif dağlarının arasında kalan çayırlı bir düzlüktür ve bu düzlükte serpiştirilmiş olarak başlayan, sonra ormanlaşan karaçamlarla doludur.Bu ormanlarda eski zamanların çan seslerini ve hayvanların ayak seslerini saklayan artık kapanmak üzere olan dağ patikaları zaman zaman karşınıza çıkar. Bazıları halen domuzlar tarafından kullanılan bu patikalar sizi Nif'in su kaynaklarına götürür, bu su kaynaklarının birçoğunun önünde ağaçtan ya da eski varillerden yapılma su yalakları vardır. Nif'e batısından çıkmak isterseniz Kaynaklar Köyü'nden yola çıkmanız gerekir. Nif'e çıkmak için en çok kullanılan da bu rotadır. Kuzeyinden çıkmak isterseniz Kemalpaşa'dan (Eski Nif) yola çıkarsınız. Serttir bu çıkış, yorucudur.



Dudağımda hissettiğim acı, bir pazar günü Buca'da bir hastanede nöbetçi bir doktorun ellerinde sağ üst dış yüzeyinde 3, alt dudağımın iç kısmında 5 dikişe dönüşecekti.

Nif adı, bu topraklara artık adından başka bir şey bırakmadığımız kadim Rum dostlarımızın armağanıdır. Nif Dağı'nın tam karşısında Gelin Dağı vardır. Nif, Rumca gelin demektir.

Bazen yaşadıklarımızı önce kurar sonra yaşarız, buna 'kendini doğrulayan kehanet' denir. İnsan anlamsız yaşayamaz bu yüzden herşeye bir  anlamlan yüklemeye çalışır, çünkü hayat absürttür. Absürttür ve absürtlüğü anlamsızlığından gelir. Yaşadığımız, inandığımız  herşey bu anlamsızlıktan doğar. İnsan anlamsızlığı anlamlandırmak için yaşar. Bu biraz da insanın doğduğu bir yıldız tozu hikayesidir. Hepimiz yaklaşık 13 milyar yıl önce doğmuş bir yıldız tozuyuz ve hiç kimse zamanın başladığı Büyük Patlama'nın  o ilk 3 saniyesinde ne olduğunu bilmiyor. Anlamsızlık.
Yalnızlığı bilmeyen hiç kimse anlamsızlığı anlayamaz. Bu yüzden bütün dinlerde, büyük inanışlarda anlamsızlığı anlamlı hale getirmek isteyen insanın bir inziva, bir çile dönemi vardır, Bu dönem çoğunlukla acı çekerek, kendinle yaptığın, (ego,hormonların, içgüdülerin) acı dolu bir savaştır. Acı insanın olgunlaştırır. Çiğ iken pişirir. Ben şimdiye kadar acı çekmeden olgunlaşan insan görmedim.

 Sabah erkenden çıkmıştım yola. Kasım'dı. 23'tü. Pazardı. Bisikletim ve ben tırmanmaya 400 metreden Kırıklar Köyü'nden başlamıştık. Ağaçların arasında dolaşan, adını bir türlü koyamadığım çocukluktan beri bildiğim fısıltıyla gezen kahverengi bir sessizlikti, çam ağaçlarının gövdesine sinmişti, usul ve sessizce beni takip ediyordu. Hissediyordum.

Yaklaşık 15 km tırmanarak ulaşırsınız Nif İn zirvesi üzerinde yer alan yangın kulesinin yanına. Yol taşlık ve bozuktur, iyice yorulan bacaklarınızla bazen dengede kalmak bile büyük marifet ister. Ustalık büyük zorlukları aşmak değil midir ki zaten?

Bir av köpeği, Nif'in güney yüzeyinin tam ortasından geçerek kuzeye doğru kıvrılarak Kaynaklar Köyü'ne doğru yol alırken karşılaştı benimle. Korktu. Korktuğunu görünce üzerine doğru sürdüm.      -İnsan böyledir; korktukça siner, korkuttukça aslan kesilir. - Kaçtı. Yoldan çıkabileceği bir patika buluncaya kadar kovaladım onu. İnişe geçmiştim köpeği kaybettiğimde.


Anlamadım.
Neden?
Anlamadım.
Neden ben?
Acaba ne kötülük yaptığımı düşündüm ilk acıdan sonra.
Neden?
Nerede olduğumu anlamaya çalıştım.
Neden ben?
Telefon etmeliydim.
Yanlış girdiğim pin kodu nedeniyle telefonum kilitlendi.
Alt dudağımdaki yarığı önce dilimle hissettim.
Telefonun ekranından baktığımda, aklıma pişmemiş bir köfte geldi, dudağım kırmızı ve kanlıydı.
Ne yapmalıydım?
Bisikletim yerde yatıyordu onun sadece elciği yaralanmıştı, gördüm.
Gidecektim.
Kalktım ve bisiklete bindim biraz sonra Tekçam'ı gördüm. (Yalnızlığın canlı anıtı yaşlı bir çam ağacıdır kendisi, birçok yalnız gibi hikayesini sadece kendisi bilir.)
Onu görür görmez nerede olduğumu anladım. Önünde yıkılmış bina kalıntıları ve ceviz ile söğüt ve çınar ağaçlarının olduğu yangın göletinin orada avcılarla karşılaştım.
"Nasıl kötüyüm değil mi?" dedim.
"-Bir şeyin yok dediler."
 Sürdüm. 7 km sonra Kaynaklar Köyü'ndeydim. Hastaneye gitmek için bir şahine bindiğimde bisikletim orada bir köylünün evinde kalacaktı. hastane sonrasında eve geldiğimde evde kimsecikler yoktu.

Nif, dağlarda yürüyüş sevdamın başladığı yerdir benim. Her sevda gibi içinde acı vardır, yalnızlık vardır, anlamsızlık vardır, kendimle olan savaşın başladığı, yenilgiyi, umudu ve umutsuzluğu beni ben yapan acıları tattığım bir an vardır.

Her sevda bir tutku, her tutku  bütün acılara, bütün hayal kırıklığına, bütün kötülüklere rağmen bir umuttur. İnsan oradan doğar.

Not: Kazadan birkaç gün sonra kırılan dişimi bulmak için kaza yaptığım yere gittim. Kırılan dişimi aradım. Aslında tam olarak kaza yaptığım yeri bile bulamamıştım. Her parçamızın yolculuğunun son bulacağı yere dişim benden önce gitmişti.

22 Aralık 2016 Perşembe

Hakkari 91 Kışı

Kardı etrafı saran beyazlık.
Aralıksız yağardı.

Bu gözler ki, gördüler, kulaklarım duydu; coşkuyla düşen çığlıklarını ve sessizliğini yolları kesen ölü çığların.

Ve kanı gördüler, beyazla kirlenmiş ihanetin, bir pusunun  kanını.
Gece olurdu ve gaz lambasının titrek alevine düşerek ölürdü karanlık. Dilimde Adiloş Bebe'nin Türküsü: " Doğdun, üç gün aç tuttuk..." Bu toprakların yiğit sesi Ahmet Arif.

Beklerdim korkarak, kapıyı çalacak karanlığın ihanetiyle dost, eli silahlı adamları ve sessizce yaklaşan sabahı, sönmüş odun sobasının yanında kıvrımış kirli yatağımda; unutulmuş bir dağ köyünün unutulmuş okul lojmanında.

Dünya çok büyüktü, ben küçük küçücük, korkak, cahil, yalnız, kimsesiz; yorgun tütün tarlalarından taşıdığım gençliğimle bir başıma, masum, kederli... Hakkari dağlarında bir köyde öğretmendim.

Yalnızlık daha bir yalnızdır orada ve dünya kış ortasında bir gezegendir, her yeri kar olan, yarı çıplak ayaklarıyla okula gelen öğrencileri, yoksulluğu ve beni yaşatan bir "soluk mavi nokta".
Ben, çocukluğumun Küçük Prensi ve şapkasında fil yutmuş bir boa yılanı.

Kimse duymazdı. Anlatırdım.
Kimseyi duymazdım. Anlatırlardı.

Kar yağardı, perisi öldürülmüş bembeyaz bir masal diyarının süsü kar yağardı.

91 kışıydı.

8 Aralık 2016 Perşembe

Kaz Dağları Ultramaratonu

Hep denedin, hep yenildin.Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.
                                                                                         Samuel Beckett

Foto: Yücel Kalem


Kötü günler, Temmuz'un 15'inde Erciyes Sky Running Yarışını 60 KM için başlayıp 25'inci km'de bırakmakla başlamıştı...

Kaz Dağları Ultramaratonu için Güre'ye geldiğimizde saat 15:30 sularıydı. Kayıt işlemlerini yapıp yarış brifingini beklemeye başladık. Brifing başladığında anladım ki bu brifing bugüne kadar katıldığım yarış brifinglerinin en samimi olanıydı. Teknik bilgilerin yanında Polat Dede'nin Akdeniz sıcaklığı ve samimiyetini dikkatli bir göz hemen fark ederdi.

Yarışın başlangıç noktası Yeşilyurt Köyü'ne alacakaranlıkta ulaştığımızda saat 7:00'ye yaklaşıyordu. Köy kahvesinde yanan sobanın sıcaklığı ve biz koşucuların kalabalığı kahveyi doldurmuştu ve kahvenin bir köşesinde hayatımın en anlamlı aşkı kitapları görmek çok güzeldi. Dünyayı ve hayatı ve kendinizi olumlu yönde değiştirebilecek en önemli araçlardan birisi de hiç şüphesiz kitaplardır. Bütün insanlık ve uygarlık kitaplardan doğmuştur denilebilir bu yüzden bence ekmekten sonra en kutsal olan kitaplar olmalıdır. Bir insanın kitapla olan ilişkisi onu en iyi tanımlayan özelliktir benim için.

Tek atış bir silah sesiyle ile koşu başladığında herkes yokuşa doğru koşmaya başlamıştı. Hava serin ve karanlıktı, ihtimal bu saatte birçok köylü ve sizler uyuyordunuz. Taş döşeli yollarda çıkan ayak vuruşlarına ve nefes alıp verirken çıkan seslere, bir telaş içindeki koşuculara, sessiz sakin ve bir örtü gibi üzerimizi kaplayan sabahın alaca karanlığı eşlik ediyordu. Kafa lambalarının acımasız huzmeleri  bir bıçak gibi bu karanlığı yarıyordu. Bir süre sonra çam ormanlarının arasında toprağın ve ormanın bağrını yaran toprak orman yollarında koşmaya başlamıştık.

Hayatımın en güzel yanı bir orman köyünde doğup büyümüş olmamdır. Ne zaman bir ormana girsem bu ormanda çam ve çürümüş yapraklardan yükselen ve beni bir esrime haline sokan bir koku ile çobanlık yapan , orman işçisi olarak çalışan, çam ağaçlarının dallarında bir sincap gibi gezinen yeni yetme bir çocuk ile karşılaşırım. Onunla acı ve tatlı anılar ile hasbıhal eder, dertleşiriz. Çocukluğuna bir büyük olarak yer açan insanları ve kendimi severim ben.

Bir düzlüğe ulaştığımızda Edremit Körfezi üzerinde siyah bulutların arasında kendine büyük bir yarık bulmuş şafak, ki aynı şafak gülkurusu rengi ile Homeros'un epik destanı İlyada'nın her dizesine sinmiş; aşk, ihanet, kahramanlık, adanmışlık, yenilginin hüznü, kan, göz yaşı ve zafer  ile bin yıllar önce Troylular ile tezgiden gemileri ile savaşa gelen Akhalılar ve Troyluların kılıç ve kalkanlarını da aydınlatmıştı, ve o an hayalimde koşucuların ayak sesleri ile bu savaşçıların ayak sesleri birbirine karışıyor, alabildiğince turuncu bir alev kızıllığı ile gülkurusu şafak Edremit Körfezi'nden siyah bulutların arasından sızarak yavaş yavaş yükseliyordu.

Yorgundum ve kaslarım ağrıyordu ama yürüyerek çıktığım yokuştan sonra ne kadar yorgun olsa da koşmayı sevilen bir şiir gibi ezberlemiş bacaklarım durmak istemiyor koşuyordu bu bölüm yaklaşık 10 km kadardı ve önümde giden koşucuları bir bir geçmek 'evet yapabilirsin' duygusunun ve umudun doğmasına neden oluyordu. Asfalt bir yoldan sonra bir gönüllünün yönlendirmesi ile bir zeytin masalı başlıyordu.

Zeytin, kutsal meyve; ekmek kadar, su kadar bizi biz yapan ve uygarlığa katkısı en önemli ağaçtır. O olmasa uygarlık bu topraklarda doğmazdı.

Afyon'da bir öğretmen olarak çalışırken bir yol çalışması sırasında ortaya çıkan Roma mezarlarında bulunan toprak kandil ve göz yaşı şişeleri ile ilgili olarak şunu öğrenmiştim. Bir aydınlatma aracı olan kandillerde afyon yağı kullanılıyordu. Göz yaşı şişeleri ölen kişi için dökülen göz yaşlarını saklıyordu ve ne kadar çok gözyaşı varsa o kişinin günahları o kadar çok affediliyordu ve bu iş için o dönemde para karşılığı ağlayan, ağlama timleri vardı ve bunların gözyaşları bu şişelerde mezara gömülüyordu. Güneşin altında yüzyıllardır çok şey değişmemiş, zenginlik ve güç her zaman günahsız görünmek için iyi bir araç olmuş.

Ida Dağı'nın eteklerini yeşil bir gerdan gibi saran zeytinlikler yüzyıllar boyunca bize kandillerde ışık, yemeklerde tat olmak için vardılar. Işık yoksa uygarlık da yoktur. İnsanın en büyük macerası karanlıkları yok eden ışık için yapılan savaşlardır. Işık bu yüzden kutsaldır. Karanlık lanetlenmiştir.

Önümde koşan genç bir kadın koşucuyu geçtim, sonra o beni geçti, ben onu. Zeytin ağaçlarından kızıl çam ormanlarına girdiğimizde o ve arkadan gelen bir kaç koşucu alıp başını gittiler. bir yokuşta Uğur (Gürses) ve Soner (Kişin) ile karşılaştım. Bir düzlükte karşıdan gelen koşuculardan ve görevliden ilk kontrol noktası Adatepe'ye geldiğimizi öğrenmiştik. Ben çıkarken 35 km koşan eşim köye giriyordu.

Kaz Dağları adı Türkmen boyları için kutsal sayılan kazlardan geliyormuş. Türkler bu topraklara geldiğinde büyük olasılık Rumlarla iç içe yaşamaya başlamışlardı bunu Adatepe Köyü'nün taş binalarında ve yollarında hissetmek mümkün. Bu köy bu güne kadar gördüğüm en derli toplu ve mimari bir karekteri olan köylerden birisiydi. Sonradan öğrendiğime göre bu köyde bir Zeus Altarı hala duruyordu.

Köyün çıkışında tekrar orman yoluna giriyorduk. Yolda Taner Kırbaç ve Mehmet Özel ile bir süre koştuktan sonra ben yavaşladım. Aşil tendonu ve bir halsizlik beni koşturmuyordu. 80 km'yi tamamlama konusunda kararsızlığım artık kendini koşmayacağım 35km'de bırakacağıma dönüşmüştü.

Zeytinlikler arasında geçen yollarda tek başıma yürüyordum artık. Asfalt bir yoldan sonra girdiğimiz toprak yol bizi büyük bir çayın yanına getirdi. Burayı ıslanmadan geçmek istiyordum bu sırada Devlet Pasin ve bir arkadaşı gelip beni de teşvik ederek dereden geçtiler onlar gittikten sonra ben de ayakkabıları çıkarmadan dereden geçecektim. 'Özel mülk giriş 15 tl'dir, üçret peşin alınır' yazılarının olduğu bir kapıdan geçtim.  Artık kapalı olan görgüsüzlüğün zirvesi piknik alanını derme çatma beton, iğrenç bir köprü ile geçip, Muhtarın Yeri yazılı başka bir görgüsüzlük abidesi piknik alanını da geçtikten sonra hayatımda gördüğüm en güzel tek gözlü taş köprüye gelmiştim. Koşunun en önemli anıydı benim için. Gürül gürül akan su sesi ve köprü beni büyülemişti. Durdum ve birkaç fotoğraf çektim. Köprüyle tezat çirkin bir binanın (değirmen) içinden geçerek köprünün üzerine ulaştıktan sonra oradan fotoğraf çeken bir fotoğrafçı ile selamlaştım ve o bölgeden olduğu belli olan amcaya bu çayın yazın da böyle akıp akmadığını sordum. Amca 'bu çay yaz kış böyle akar.' dedi.

Foto: Yücel Kalem


Narlı Köyü'ne geldiğimizi bir köylüye köyün adını sorduğumda öğrendim. Kuş bakışı çok yakın görünen köyün adının da Doyran olduğunu gene aynı amcadan öğrendim. Narlı çıkışı eşim beni yakaladı. Onunla koşmaya yürümeye başladık. bir dereden sonra başlayan yokuş eşimin cut of'f'a yakalanmaması için oldukça zorlu geçti. Ne kadar yorgun olsam da yokuşları çıkarken bir sıkıntım yoktu ama Güldan çok yorulmuştu. Doyran'da Erciyes Skyrunning'i düzenleyen Atıl vardı. Onlara 80 km yarışçısı olduğumu ama 35 km'de bırakacağımı söyledim.

Oradan ayrıldıktan sonra artık yürüyorduk. Ben tamamen saldım ama Güldan bırakmamıştı o benden ayrıldı. Onu bir daha bitiş noktasında görecektim.

Altınoluk'a geldiğimizde kitap okuyan bir gönüllü 80 k'cılar bu tarafa diyerek sağı, 35 k'cılar bu tarafa diyerek sol tarafı gösteriyordu. Ben kolay olanı seçtim ve Altınoluk'un arnavut kaldırımı taşı yollarında yürüyerek indim. Bitiş çizgisinde yapay bir coşku beni canlandırmaya yetmedi.

Yenilmiştim.