25 Ağustos 2018 Cumartesi

Karşılaşma

Bisikletin zincir sesi şehrin uğultusundan kaçmanın en iyi yolu benim için. Farkında mısınız bilmem, yaz sıcağı ile birleşince kentler, otobüslere -gene bir yaz günü- balık istifi yığılmış insanların ter kokusu kadar bunaltıcı.

Amca, büyük olasılık bisikleti ile plastik toplayıp bunu yaşam aracına dönüştüren, gözümüzden kaçırdığımız, küçük gördüğümüz-ama bunu itiraf etme cesareti gösteremediğimiz- toplumun en alt gelir seviyesinde yaşayan binlerce insandan birisi. Onunla aynı yerde ikinci karşılaşmam. 

Fotoğrafını çektim ve yanından geçerken merhaba dedim. Dünyanın en hesapsız gülüşü ile gülerek merhaba dedi. Yoğun bir ter kokusu yükseliyordu ama nedense balık istifi yığılmış otobüs yolcularından yükselen o kesif tiksindirici koku yoktu, ya da ben o an amcaya duyduğum merhamet ile bu kokuyu bastırdım. 



Hayat insanlara nasıl davrandığınızda ilgili birşey, yüreğinizde Jean Valjan'a yer açın, merhamet bizi en insan yapan duygudur çünkü...

Bisiklet benim için her sabah şehrin hengamesinden kaçtığım ve zincir sesine vurulduğum bir araçtır. Zaman zaman kıyıda köşede kalmış, kimsenin fark etmediği ya da fark etmek istemediği insanlara götürür. 

Bazen de, yanımdan geçerken -bu sabah olduğu gibi-  bindiği motorlu aracın verdiği özgüvenle, gaza,  kornaya basıp ya da camdan bağırarak beni korkutan ve bundan inanılmaz keyif alan sığırlarla buluşturur.

İnanmak

İnsanı diğer canlılardan üstün kılan özelliğinin düşünmek olduğunu herkes bilir.

Bizi diğer canlılardan daha korumasız yapan ise inanmaktır.

İnanmak bir yazı tura oyununda dokuz kere yazı gelmesinden sonra onuncu defada tura geleceğine inanıp bütün parayı turaya yatırmaya benzer. Oysa son atışın diğer dokuz atıştan olasılık olarak hiçbir farkı yoktur. Tekrar yazı gelme olasılığı tura gelme olasılığı ile aynıdır.

Bu yüzden geçmiş deneyimlerimiz inançlarımızı değil düşünme paradigmalarımızı sağlamlaştırdığı sürece daha az hata yaparız.

***
İnançlarınız sizi yarım akıllı yapar.

Eğer bu cümleye inanırsanız aklınızın geri kalan yarısını da kaybetmiş olursunuz. Ama bu cümleyi anlarsanız diğer yarısını geri kazanırsınız.


İnanmak sizden daha uyanıklar arasında sizi korumasız bir av durumuna düşürmekten başka bir işe yaramaz. Ve onlar bunu size çok güçlü inanlar olduklarına inandırarak yaparlar.

Artık Akıllandım

"Artık akıllandım." 

Bu cümleyi defalarca duymuşsunuzdur ve eminim duyduklarınızın arasında bu cümleyi söyleyen kendi sesiniz de vardır. 
Ama akıllanmadık.

Keşke her söylediğimiz, bize her söylenen doğru olsa ve doğrular yalanlardan daha güçlü olsa. 

Yalanlar hayatımızı doğrulardan daha etkili bir biçimde yönetir, yoksa hiçbirimiz yalancılıkları tescilli politikacıların peşinden bu kadar aptalca sürüklenir ve her defasında "yine yeni yine yeniden" onlardan birine oy vermezdik.

Peki neden hepimiz hayatta bir şekilde aldatılıyoruz? -çoğu kez de bunu kendimizi küçük düşürmemek için kimseyle paylaşmıyoruz- Aldatılmak tamamen sosyal varlık olmamızla ilgili sosyal varlık olmamız ise başkalarının yardımı olmadan hayatta kalma şansınız ya da yiyecek dağılımının adaletsiz olması ile ilgili. Örneğin yoksul insanlar zenginlere göre daha empatik ve yardımseverdir, çünkü her an bulunduğu durumdan daha kötü bir duruma düşebilirler. Zenginler daha az empatiktir onlar ancak vakıflara yardım ederler ki vakıflar da sistemin bekası için gereklidir.

İnsanların en çok aldatıldığını konuların başında inanç gelir, o yüzden bu sihirli sözcüğü az kullanmaya çalışın. Bütün tarikatlar inanç tüccarıdır ve tarikatın başı, şeyhi müritlerini hep aldatır. Mürit için iyi bir tarikat yoktur, tarikatların iyiliği kaymağını yiyen bir avuç üst düzey mürit ve başkanı, şeyhi içindir.

Maria Konnikova'nın Bir Sahtekar Gibi Düşünmek ve Robert B. Cialdini'nin İknanın Psikolojisi konu üzerine çok iyi yazılmış iki kitap.

Bu arada annenizden sonra size en çok katkı sağlayan şeylerden en önemlisinin okuma alışkanlığı olduğunu da eklemek isterim. Ancak çok okursanız kendinizi ve başkalarını çok iyi okursunuz. Yaşadıklarınız iyi bir okursanız tecrübe olacaktır.

Bilimin Doğuşu

Gökyüzü ve onun bilgisi olmasaydı insanlık daha uzun bir süre bir hayvan gibi yaşamak zorunda kalacaktı. Gökyüzü ve yıldızlar bizi modern insan yapan en önemli iki unsurdur.

İnsanoğlu yerleşik yaşama geçtiğinde tarım yapmak ve tarım yapmak için de mevsim döngüsünü bilmek, mevsim döngüsünü anlamak için de yıldızların hareketlerini bilmek zorundaydı. Tarımın gelişmesi ticaretin de ortaya çıkmasına neden oldu. Ticaret denizlerde gemilerin dolaşmasını sağladı. Yıldızların bilgisi denizciliği geliştirdi. Bu bilgi birikimi olmasaydı Amerika'nın keşfi gecikirdi. (Yakacak dolar da olmazdı ihtimal) 

20 yüzyılın ortalarında başlayan uzay yarışı olmasaydı bilim bu kadar gelişmezdi.

Gelişmiş ülkeler en zekilerin en zekilerini astrofizikçi yaparlar. Tesadüf değildir, dünyayı Babil'in Ziguratlarından bu yana gökyüzü ve yıldız bilimcileri değiştirmiştir. Galileo, Newton, Einstein... Bunlar dünyanın gördüğü en zekilerin en zekileridir ve üçü de uzayı anlamamızı kolaylaştıran fizikçilerdir.

Pozitif bilimlerden gücünü almayan hiçbir toplum gelişemez. İnsan için gerçeğe bilim kadar yaklaştıran hiçbir enstrüman yoktur.

Bütün geri kalmış toplumların kısır döngüsü yoksulluktur, yoksulluk beslenmenizden başlayarak özgüveninize kadar her şeyi bir buldozer gibi ezer. Yoksulluk insanları aptallaştırır. Aptallık kötü bir eğitim almanıza neden olur ve daha da aptal olursunuz. Aptallık sizi daha da yoksul hale getirir.

Yoksulluk ve aptallık sorununu çözebilecek en büyük enstrüman gene bilim olacaktır. Dünya adaletsiz bir yerdir ancak pozitif bilimlerin gücü bu adaletsizliği azaltabilir.

Bir daha bir gece vakti gökyüzüne baktığınızda bir yıldız tozu hikâyesi olan biz insana ve oradan doğan büyük bilgi birikimine bir göz kırpın. Gördüğünüz bizim hikâyemizdir.

Güç


"Güçlü birini, ancak güçlü biri yetiştirebilir. "

Güçlü biri ancak güçlü bir sen ile ortaya çıkar.
Sadece yapman gereken, kendine yenilmeyi, daha iyi yenilmeyi, en iyi yenilmeyi öğretmek, ancak böylece kendinin en iyisi olabilirsin. Yenilmeyi bilmeyen asla zafere ulaşamaz.

Kendisinin en iyisi olmak ancak güçlü karekterlerin karekter özelliğidir.

Kendinin en iyisi olmak için bütün negatif düşüncelerden arınmalısın.
Bütün mental bariyerlerini yıkmaya çalışmadıkça onların varlığından bile haberdar olmayacaksın. Mental bariyerlerin yeni bir şey denediğin anda tek tek ortaya çıkacaktırlar. Sen onları engel olarak gördüğün için engeldirler, aslında seni geliştirmek için oradadırlar, çünkü her gelişme bir engelin ürünüdür.

Kitleleri takip eden zavallıdır. Kitleler genelde kendisinin en iyisi olmayan vasat bireyler tarafından oluşturulurlar. Bir Afrika atasözü şöyle der: "Bir aslan tarafından yönetilen koyunlar savaşı kazanırlar ama bir koyun tarafından yönetilen aslanlar savaşı kaybederler..."

Hepimizin içinde binlerce koyunun yanında bir aslan da var. İçimizdeki bu aslanı farkedip onu eğitmediğimiz sürece koyunlardan biri olmak zorundayız.

Hayat bir güç ve denge oyunudur. İçinizdeki gücü farkedip onu eğittiğiniz sürece dengeyi koruduğunuz bir oyun.

Dram


O kadar çok dram ve kurban kültürünün içinde yaşıyoruz ki, bir süre sonra dram ve kurban gerçeğimiz oluyor.

Doğal olarak tam tersi de geçerli.

Hayatta öğrendiğim en önemli derslerden biri; üzülmek insani bir duygudur ve zaman zaman gazımızı olmak için gereklidir ama hiç bir şeyi değiştirmez, hatta ondan beslenmeye başlarsan bir anafor gibi seni de yutar, içinden çıkamazsın.

Değişim eyleme geçmek ile ilgili bir şey.

Öldüm de, kahroldum da, yüreğim dağlanıyor da, aklım almıyor da... Bunlar eylemsiz insanın egosunu tatmin (bak üzülüyorum memlekette olan bitene ilgisiz değilim) ya da toplumsal onay içerikli zırlamalar...

Ülkede yaşanılan bütün kötü, hastalıklı eylemlerin en büyük sebebi kişiliği ve düşünce yapısı ve ekonomik bağımsızlığı oturmamış, gelişmemiş bir toplumun yıkıcılığı, biraz toplumsal ergen psikolojisi ve onun davranış biçimi.

Birey olarak yapabileceğin, üzülmenin ötesinde, kendini geliştirmek ve en azından etrafına güzel şeyler sunmak.

Hayatta Kalmak


Hiç birimiz Afrika'nın savannalarında yaşamıyor artık, ama içimizde yaşayan bir savanna var; yaklaşık beş milyon yıl önce DNA'mıza yazılmaya başlamış vahşi bir savanna hikayesini yaşıyoruz hepimiz.

Düzenli olarak beslediğimiz yirmiye yakın sokak kedisi var etrafımızda. Onların sabah akşam mamaları verilir ve su kaplarındaki sular yenilenir. Onların vahşi kalması için de uğraşıyoruz çünkü bizim gibi düşünen insanların olduğunu bazen bizim verdiğimiz mamadan farklı biçim ve renkte mamalarla karşılaştığımızda anlıyoruz. Ama kedi düşmanı insanların da olduğunu biliyorum. İnsan gariptir.

Beslediğimiz kedilerin için de annelerini de bizim büyüttüğümüz ve adı Anne olan bir sokak kedisinin beş yavrusu da var.

Öğrenememek insanların dünyasında olduğu gibi hayvanlar aleminde de en ölümcül ve en pahalı uğraştır. Bunu size Anne'nin hikayesi ile anlatacağım.
Anne arka bahçede ortaya çıktığında küçük bir yavruydu ergen olur olmaz peşinde mahallenin erkek kedileri dolaşmaya başladı. İlk doğumunu yağmurlu bir günde çamurun içine yapmıştı. Komşularımız bunu fark edip ilgilendiler ama yaşamadılar. İkinci doğumunda ise daha akıllıydı. Bu defa beş yavrusu vardı. Üç dört aylık olduklarında ortaya çıkmaya bizim mamalardan yemeye başladılar ama korktuklarında arabaların motor kapaklarına kaçıyorlardı. Etrafa uyarı yazıları astık ama bir işe yaramadı önce ikisi ortadan kayboldu sonra üçü. O günlerde apartmanımızın dış cephe boyasını yapan boyacı yavrular kaybolduktan sonra Anne'nin günlerce yavruları için miyavladığını söylemişti.
Anne artık bizim düzenli beslediğimiz bir kediydi üçüncü hamileliğinde karnı her geçen gün büyüdü ve büyüdü. Sonra Anne ortadan kayboldu. Onu bir süre sonra bize yakın başka bir yerde gördüğümde çok şaşırmıştım çok zayıflamış ve çöplerden beslendiği için de çok kirlenmişti. Her zaman bana sürtünen Anne beni tanımıyor, benden kaçıyor ürküyordu.
İki ay kadar önce Metro alışveriş merkezinin arka bahçesinde beş yavrusu ile onu fark ettiğimde orada uzun süredir beslediğimiz Duman ve Ateş ile birlikte onu da beslemeye başladık. Yavrular yüksek istinat duvarını aşamıyorlardı ama Anne gayet iyi besleniyordu. Ateş ve Duman da geçen senenin yavrularıydı ve her ikisi de hamileydi. Duman küçüklüğünden beri ona dokunmamıza izin verir Ateş ise hep kaçardı. Duman yavrularını koruyamadı belki de ölü doğum yaptı ama Ateş'in iki yavrusu da Anne'nin yavruları gibi bizim korumamız altında ve gayet sağlıklılar.

Aslında yazmak istediğim bir dram ve bir koruyucumuz -bu olayda anne- olmadığında ne kadar ölümcül bir dünyanın bizi beklediği ve hayatta kalmamın zorluğu.

Onu annenin beşizlerini beslemeye gittiğim bir akşam üstü görmüştüm ilk. Bir yavru taksidoydu (siyah beyaz kedi) en fazla üç aylıktı veya annesi terk etmiş ya da bir aracın kaportasında oraya kadar gelmişti. Gözleri yeşildi benden korktu kaçtı yaklaşınca bana tısladı. Yakınına yavaşça mama bırakıp onu izlemek için çekildim kokusundan mamaları buldu. Acıkmıştı, minicik dişleri ile mamaları yiyişi ve çıkardığı ses içimdeki merhamet duygusunu da besliyordu.

Sabah beslenmesinde göremedim herhalde kaybolmuştur dedim. Akşam gene oradaydı diğer yavru kedilerden korkuyor ve çekinerek ona özel döktüğüm mamaları yiyordu. En küçük korkuda da oraya park etmiş minibüsün altına kaçıyordu.

Sabah onları beslemeye gittiğimde onun minik cansız bedenini minübüs ve mamaların olduğu çitin arasında gördüm. Önce bakmak istemedim sonra bakmalısın diyerek yanına yaklaştım kafası ezilmiş bir gözü dışarı çıkmıştı arkası ıslanmış ağzından yediği mamaların ezilmiş kalıntıları dışarı çıkmıştı. Aklıma ilk gelen çit ile minibüsün arasından geçmeye çalışan bir bisikletli ya da insanın onu ezmiş olabileceği ile bir köpek saldırısı ihtimaliydi.

Yaşama içgüdüsü bütün canlıların en önemli içgüdüsüdür herşey onun üzerine programlıdır. Ama bu içgüdünün yetersiz kaldığı ya da bir koruma dönemi gerektiren canlılar genelde memelilerdir. Sosyal memelilerin yavruları bir annenin yanında grup içinde de öğrenirler ve sosyal dayanışma onları hayata kalmasına neden olur kedigiller gibi bağımsız bireyci türlerde en büyük sorumluluk annededir, o hangi yavrunun öleceğine ya da yaşayacağına karar vermek zorunda kalır umutsuz olan yavruları ölüme terk eder. Anne bilgisi ve koruması olmadan yavru bir kedi hayatta kalamaz.

Memeli türünün en gelişmiş varlığı insandır. İnsan sosyal bir varlık olarak önce anneye sonra babaya ve bütün bir sosyal yapıya ihtiyaç duyar. Modern toplumlarda bunun üzerine bir de iyi bir eğitim vermezseniz bireyin hayatta kalma süreci büyük bir problemle karşı karşıyadır. Belki bir yavru taksido kedi gibi kafanız ezilmez -ki ihtimali vardır- ama sosyal yapı içinde kayıp ezik bir birey olarak yaşama mücadelesi vermek zorunda kalır.

İlkel toplumlarda yaşlılar bu bilgi birikiminin koruyucusu ve geliştiricisiydi yaşlılara duyulan saygının kökeninde de bu yatardı. Hepsi, aynı zamanda anne baba yiyecek için dışarı çıktığında birer koruyucu, birer öğretici ve birer rol modeli olarak onlarla kalırdı.

Bu bilgelik uzun süredir dijital dünya ile yer değiştirmiş durumda, biyolojik varlığımız bu anlamda da tehdit altında.

Bilgi yoksa hayatta kalmak çok zor. Bir kedi yavrusu için de bu böyle biz insanlar için de.

İçgüdülerinin birçoğu körelerek kullanılmaz hale gelmiş, ancak öğrenerek ve sıkı bir eğitimle hayatta kalma yeteneği olan tek memeli tür olarak insanın yetişmesi üzerine sevdiğim bir Afrika atasözü vardır:

"Bir çocuk yetiştirmek için bir köy gerekir."

7 Ağustos 2018 Salı

Nerde Kalmıştık?



Yazar Roald Dahl bir uçak kazasında kırılan dizinden bir kemiği kitaplarını yazdığı masasında tutarmış. -Roald Dahl yazar olmadan önce RAF'ta ( İngiliz Hava Kuvvetleri) pilottur.- Bunu ilk okuduğumda, acaba bunu neden yaptığını sormuştum kendime ve "büyük olasılık hayatta kalmanın mucizesini anımsamak ve çektiği acıları unutmamak içindir" diye düşünmüştüm.

İnsanın biyolojik olarak ne kadar da kırılgan olduğumuzu ve yaşamadan başkalarının çektiği acıları nasıl da umursamadığımızı artık çok iyi biliyorum. Bundan böyle biri bacağımı, kolumu, oramı-buramı kırdım dediğinde arkasında çekilen büyük fiziksel ve psikolojik acının -travmanın - ne demek olduğunu anlayacağım.

Başımıza gelenler özellikle de çekilen her türlü acı bizi empatik insanlar yapar. Bundan sonra hiç kimseye "empati kur" demeyeceğim, çünkü öğrendim ki, "empati kurmak" ancak yaşanmışlık ile ortaya çıkan bir davranış, düşünme biçimi.

Bazı şeyleri unutmayı, onları gözardı etmeyi öğrenmeliyiz yoksa çıldırırız. Bazı şeyleri de unutmamayı yoksa bir varoluşundan ve onun getirdiği varoluş acılarından bihaber bir zombi gibi yaşarız.

Yaşadığımız biyolojik yapı algıladığınızdan daha kırılgan ve korumasız ama bu biyolojik yapının bir çıktısı olan; kişilik, karakter, dayanma, direnme, başarma tutkusu, kendini aşma, meydan okuma, sevmek, öğrenmek, dayanışma, empati, onur, gurur... bizi insan yapan en önemli soyut kavramlardan bazıları. Bunlar için yaşama mücadelesi verdiğimiz sürece olumlu insan olma yolunda ilerleriz.

26 Haziran'da sabahın erken saatlerinde çıktığım keyifli bir bisiklet sürüşünde, kendi yolumda giderken arkamdan hızla gelen bir arabanın çarpması sonucu asetebulum kemiğini kıran kazadan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak...

Nerde kalmıştık?

"...
belki şehre bir film gelir / bir güzel orman olur yazılarda / iklim değişir Akdeniz olur / gülümse..."*

*Kemal Burkay

5 Ağustos 2018 Pazar

Boşluğa Dokunmak

"Olası olmayan asla imkansız değildir."
Maria Konnikova 
Mastermind, SHeRLoCK GiBi DüŞüNMeK

Nekahet döneminin 42. günündeyim. 
İzleyenler bilir Interstellar filminde Dünya yaşanılamaz haldedir ve insanlığın umudu yaşanabilir bir gezegen bulmaktır ve daha önce gönderilen astronotlardan yaşanabilir bir gezegen bulduklarına dair sinyal gelmektedir. Dünyadan bu gezegenlere bir solucan deliğinden geçerek ulaşılır. Bu iki gezegen oraya gönderilen astronotlardan alırlar adlarını, Mann ve Miller. Gargantua kara deliğininin çok yakınındadırlar ve Miller gezegenine yola çıkan dört astronottan üçü inerler, bir astronot ana gemide kalmıştır. İndikleri bir su gezegenidir Dr. Miller'in gemisi parçalanmıştır, sinyal veren kara kutuyu almaya çalışırlarken gemiye yaklaşan dev dalgayı fark ederler ama bu sırada kara kutuyu almaya çalışan afet astronot kızımızın enkazda sıkışır (climax) ve iş uzar dalga bir astronotu yutar iki astronot ve yapay zeka robot Tars kurtulur. Yaklaşık 7-8 saat kalmışlardır bu gezegende. Geri ana gemiye döndüklerinde bıraktıkları astronot yaşlanmıştır ne kadar zaman geçtiğini sorduklarında 28 yıl der. 

Zamanın göreceliliği bu filmde çok güzel anlatılmaktadır. Bizim dünyada yaşadığımız zamanın göreceliği fizikteki görecelikle hiçbir ilgisi yoktur. Hepimiz aynı 24 saatlik dilimi yaşıyoruz ama hepimiz ayrı bir  görecelikte yaşıyoruz. Uykuda geçirdiğimiz ya da sevişirken orgazm anı gibi zevk anlarındaki zaman algısı çok kısa, çalıştığımız, sevmediğimiz işleri yaparken ya da yanımızda sevmediğimiz bir insan varken zaman algısı çok uzun, biyolojik ya da psikolojik acı çekerken ise sağlıklı bir bireye göre zaman algımız  çok ama çoook  uzun. 

Kırk iki gündür benim zaman algım ikinci aşamayı yaşıyor, birçoğunuza göre benim zaman algım daha yavaş ilerliyor. 

Bu süre içerisinde yaptığım en önemli şey, okumak, izlemek, bazen de yazmak. 

Bu yazıya neden olan ise daha önce yazdığım Başarı ve Mastermind yazısında konu olan Maria Konnikova ve onun kitabı Mastermind Sherlock Gibi Düşünmek ve dağcılık ile ilgili izlediğim dört film, Meru, Touching the Void, (Boşluğa Dokunmak) Nordwand ( Kuzey Yamacı ) ve The Beckoning Silence (Çağıran Sessizlik)

Meru Nepal'de bir zirve, çıkması çok zor olan bir meydan okuma (challenge) zirvesi. 
İnsanları en çok dürten şeyin "yapamazsın" demek olduğunu öğrencilerimden bilirim. Çocuklara yapamazsın  dediğin anda aslan kesilirler, genelde de donanımsız oldukları için yapamazlar ama denerken bütün enerjilerini sarfettiklerini her hallerinden anlarsınız. İşte bu çocukça tepki biz yetişkinlerde de var. Bir de bir şeye tutku ile bağlıysanız bu tutkunun enleri, yapılamaz denileni takıntı haline geliyor. Onu gerçekleştirmek için bütün fiziksel ve psişik enerjinizi kullanıyorsunuz. 
Burada genel konudan ayrılıp bir paragraf açacağım; psişik enerji. Psişik enerji biraz kuantum teorisi gibi bir gerçeklik olarak var ama onu maddi dünyada bir yere koymak imkansız. Her insanı fiziksel ve psişik enerji yönlendirir, güzel bir metafor olarak bunlar bir daireye yerleştirilmiş ying ve yang'e benzetilebilir. Bu arada daire mükemmel ama kusurlu bir şekildir. Mükemmeldir çünkü şekil olarak kusursuzdur ama çevresinin çapa oranı problemlidir virgülden sonra gelen hiçbir sayı kendini tekrar etmez, hiçbir parametreye uymaz. Bu yüzden kusurludur. Ying ve yang bir çembere yerleştirilmiş siyah ve beyaz  iki şekildir. Psişik enerjimizle uğraşan bir Doğu felsefesi olan Zen'in de simgesi bir çemberdir. 
Psişik enerjimizi doğru kullanmak, hayat kalitemiz, her konuda başarımız ve dengeli yaşamımız için gereklidir. Peki psişik enerjimizi nasıl doğru yönetebiliriz. Sağlıklı bir beden için gerekli olan hareket etme, belirli bir ritim yakalama ve egzersiz psişik enerjimizi doğru kullanma ve onu olumlu yönde kullanma için gereklidir. Bütün gün oturarak, tv izleyip sosyal medyada birilerine bol keseden kalp emojisi ihsan ederek -ya da alarak- psişik enerjinizi maksimize edip, optimum seviyede kullanamazsınız. Psişik enerji obez vücutlarda yaşayamaz, obez vücut sizi ve ruhunuzu çürütür. Nedeni çok basittir bitkiler dışındaki bütün canlılar hareket etmek üzerinden evrimleşmiştir. Hareket etmek iyi yaşamak demektir. 

Meru filmi bir grup dağcının Meru'ya tırmanış hikayesi. İlk tırmanış zirveye çok yakın olmalarına rağmen tamamlanamaz. 
İkinci sefer ise kayak yaparken kaza geçiren dağcının kafa travması onun tırmanış sırasında zora soksa da tırmanış gerçekleştirilir. İnsanlar gerçek potansiyellerini ancak en zor anlarda ortaya çıkarabilir. Bunun gerçekleşmesinin en önemli ön koşulu ise yaptığı iş ile ilgili aldığı eğitim ve belirli bir süre uygulama yapmaktır.  (10 bin saat) Bu bütün dünyada en iyi olmanın kuralıdır. Yetenek, eğitim ve 10 bin saat uygulama. Bu özellikleriniz yoksa boşuna dünyanın en iyisi olacağım diye uğraşmayın. Kendinizi kandırırsınız. 
Meru'ya çıkınca ne oldu? Başları göğe mi erdi? Evet başları göğe erdi ve insana en zoru yapılabilir olduğunu da kanıtlamış oldular. "Onlar yapabildilerse neden ben de yapmayayım?" fikrini beslediler. 

Boşluğa Dokunmak, izleyenlerin bileceği 127 saat filminin popüler olmayanı denilebilir. 
"Olası olmayan asla imkansız değildir." önermesinin gerçekleşmiş hali. Yarı belgesel gerçek bir olay filmi. Peru'da bir dağ tırmanışı dönüşünde iki arkadaştan birisi kayarak ayağını kırar, onu indirmeye çalışırken bir noktada ona bağlı olan arkadaş ipi keserek ayağı kırılan arkadaşın elli metreden bir buzul yarığına düşmesine neden olur. Ölüm kaçınılmazdır ama öyle olmaz. Dört gün süren aç ve susuz bir yolculuk sonrası ağırlığının üçte birini kaybederek kırık ayağı ile kampa ulaşır. 

Kuzey Yamacı ise Alpler'in bir bölümünde Eiger Dağı'nda geçen trajik bir tırmanış hikayesi. Yıl 1936, dört dağcının biraz da Nazi propagandası için Eiger Dağının tırmanılmayan kuzey yüzünü kullanarak ilk defa tırmanma girişiminde bulunur. Dört dağcıdan biri kafadan aldığı bir darbe sonucu yaralanır ve onu indirirmeye çalışırken üç dağcı ölür. İçlerinden biri Toni Kurz'un hayatta kalır. Ancak bağlı olduğu ip inişini tamamlamaya yetecek uzunlukta değildir. İpte sarkaç gibi bir gece soğukta kalır ertesi gün ona ulaşan ekibin uzatmaya çalıştığı ipi almak için donmuş ipini çözerek elde ettiği ipi uzatarak onu aşağı indirecek ana ipi yukarı çeker. Ama ekibin uzattığı ip kısadır ve son anda düğümle bir parça daha ip eklenir. Kurz karabinayı kullanarak düğüme kadar inmeyi başarır ama yere hala birkaç metre vardır ve karabinayı düğümden aşırıp yere inemez ve orada asılı olarak son nefesini verir. Oysa yaşam bir adım kadar yakındır. "Olası olan imkansız değildir"in ters köşe halidir bu durum. Aşağıya kadar inmeyi eldiveninin teki olmadığı için donan tek eline rağmen başarmıştır oysa. Kötü hava koşullarından dolayı cesedi üç gün öyle kalacak sonra aşağı indirilebilecektir. 

Çağıran Sessizlik bir çeşit adama filmi (yarı belgesel ) Boşluğa Dokunmak filmini anlatırken bahsettiğim Peru'da hayatta kalan Joe Simpson'un Eiger'da trajik bir şekilde ölen dağcı  Toni Kurz'a olan hayranlığını anlatan bir adama filmi. 
Joe Simpson 14 yaşında okur Toni Kurz'un hikayesini ve dağcı olmaya karar verir. 
Çağıran Sessizlik filminde Toni Kurz'un açtığı rotadan zirve yaparak 1936'da yaşanan olayı anlatır bize. Toni Kurz'un gülen hayat dolu bir fotoğrafını gösterir bir yerinde. Yirmi üç yaşındadır. Bir de cesedinin havada asılı olduğu fotoğrafını. Yirmi üç yaşındadır. 

Yaşamak bir mucizedir. Biz fark etmesek de bu böyledir. Her mucizenin içinde başka mucizeleri de beraberinde getirdiği bir mucize. Bu mucizeye en çok Joe Simpson gibi Boşluğa Dokunabilenler inanabilirler, bir onların yollarından gidecek olan maceraperestler. 

Eiger Dağı'nın Nordwand (Kuzey Yamacı) tırmanışı sırasında günümüze kadar altmış dağcının öldüğü söyleniyordu. İçinde bulunduğumuz boşluğa dokunan altmış ruh. Hepimizin er ya da geç dokunacağı bir boşluk bu. Ona dokunmadan yaptıklarımız bizi biz yapacak olanlar, boşluğa dokunmadan önce dokunduklarımız.