15 Aralık 2017 Cuma

Star Wars / Son Jedi



Aslında hepimiz doğarak bir bilinmezden başka bir bilinmeze geçiş yapan varlıklarız. Doğum, yaşam ve ölüm bilinmezlerinin geçiş anlarıdır. Bu bilinmezliklerle baş etmenin yollarından en önemli iki enstrüman din ve sanattır. Sanat dogmatik olmadığı için daha yaratıcıdır. Din Zebur'dan bu yana aynı hikayeli anlatır. Din de, sanat da iyi ve kötünün savaşı üzerine kuruludur. Sanatın dinden farklı olarak estetik kaygıları vardır.  Modern dünyada iyi ve kötünün savaşı dinsel söylemde simgeleşen Habil ile Kabil'in iyilik  ve kötülük simgelerinden daha karmaşık, komplike ve sofistikedir. (Kabil kardeşi  Habil'i Tanrı'nın Kabil'in verdiği hediyeyi kabul etmesi üzerine onu öldürmüştür.) Bu yüzden sanatın iyi ve kötüyü anlama ve anlatma gücü hepimize gerekmektedir. 

Yaşamın bütün güzelliği ve absürdlüğünün kökeninde bilinmezlik yatar. 
İnsanlığın bu bilinmeziğin çocukluk dönemini yaşadığını biliyorum. Kısa zamanda da pek olgunlaşacağını sanmıyorum.
Çocukluk bir paradokstur. Kontrol edemediği dürtüleri onun korkmasına, acı çekmesine ve keyif almasına neden olur. Bu kontrol edemediği üç fenomen, onun yaşamı bunlar aracılığı ile öğrenmesine neden olur. Bu üç fenomeni kontrol etmeyi öğrendiği an artık yaşam enerjisinin sonuna gelmiş, yaşlanmıştır. Entropi yani körelme gerçekleşmiştir. Bazıları artık bütün enerjisini onun gibi olmayan ama bir zamanlar kendisinin de olduğu gençleri kontrol etmeye harcar hale gelmiştir. Bütün sistemi, kendisinden daha enerjik olan gençleri kontrol etmek üzere kurar, bunu yaparken de eğitim sistemini, ideolojileri, politik hareketleri, uyuşturucu bağımlılıklarını, sigarayı, alkolü, seksi; gençlerin kullanabileceği bütün dürtüsel  ve duygusal özelliklerini onları doğru yola getirmek için kullanarak yapmaya çalışır. Bazı yaşlılar (kötü tarafa geçenler) çoğunlukla bunu başarır da çünkü gençlerde olmayan bir özellikleri  vardır. Ateşi kontrol etmeyi öğrenmişler katılaşmışlar  ve acımasızlaşmışlardır. ( Dünyada kötüler gücü kontrol edenlerdir, yoksa bunca savaş neden var?) 

İyi tarafta kalabilmek kötü tarafa geçmekten daha zor ve sofistikedir, bunu çok az insan başarabilir, ve ancak içindeki çocuğu öldürmeyen yaşlılardan çıkarlar. 

Star Wars'da Rey gücü hissetmeye başlayan ve iyi tarafta kalmaya çalışan gücü simgeler. Çelişkilerinden doğan bir yeni yetme jedi. Luke umutsuzluğa boğulmuş bir jedi ustasıdır .  Sistem onu ele geçirmiş dünyanın ve düzenin değişemeyeceğine inanmış ve adasına eski bir jedi tapınağına sığınmış, inzivaya çekilmiştir.  Onu, son jedi'yı gücün yanına çekmek artık bir gencin, Rey'in misyonudur. 

Star Wars'u sadece ışın kılıçlarının, saatte şu parsek hızla giden uzay araçlarının uzay solucanları içinden uçtuğu, akıllı robotların, uçakların, süper bilgisayarların... olduğu bir film olarak görürseniz komik bir çocuk filmi ile karşı karşıyasınız demektir.  Star Wars'un bir metaforlar filmi olduğunu asla unutmayın; içinde insanlığın en eski savaşların, iyi kötü, güzel çirkin, genç ve yaşlı çatışmasının içimizdeki savaşla örtüşmesinin muhteşem bir hikayesidir o. 

Son Jedi bence en iyi Star Wars'lardan biri olacak. 

9 Aralık 2017 Cumartesi

Ida Ultra Yarış Raporu

                                                    Truva Savaşı Neden Oldu?

Sabahın erken saatleriydi. Truva şehrinden pek de uzak olmayan İda Dağı’nı yemyeşil bir örtü gibi saran ormanın derinliklerinde Kral Priam’ın oğlu Paris, şehrin surları üstünden babasının uzaktaki sürülerini seyrediyordu.
            Ormanın derinliklerinden birdenbire altın Güneş ve gümüş Ay’ın aynı anda  parlamasına benzeyen bir ışık gördü.
            Işığın ortasında güzeller güzeli üç tanrıça durmuş ona bakıyorlardı. Kraliçe Hera, Bilge Athena ve Güzel Afrodit. Üçü de birbirinden güzel bu kadınların karşısında ölümlü Paris büyülenmişti.
            Tanrılar Tanrısı Zeus’un karısı Hera’nın, ağaçların rüzgarla büyülü bir ezgiyi fısıldamasına benzeyen yumuşak sesi duyuldu:
‘Sen Paris, ölümlüler arasında en yakışıklı erkeksin ve bizler buraya sana yeryüzündeki en güzel kadının hangimiz olduğunu sormaya geldik. Hangimiz en güzelse bu altın elmayı ona ver.’
Böyle dedi Hera ve en saf altından yapılmış ışıltılar içinde yanan elmayı Paris’e uzattı.
‘Eğer beni, tanrıçaların kraliçesini, tanrılar tanrısı güçlü Zeus’un karısını  seçersen sana öyle bir güç vereceğim ki güneşin gördüğü tüm ülkelerin kralı olacaksın. Bütün insanlar önünde saygı ile eğilecek.
O ana kadar sessizce bekleyen Athena gümüş Ay ışığına benzeyen sesiyle sabahın sessizliğini bozdu.
‘Eğer beni seçersen’ dedi, ‘tanrılar kadar bilge olacaksın ve ben rehberin olarak her zaman yanında olacağım, senin için olanaksız diye bir şey olmayacak.’
Bahar güneşine benzeyen güzel Afrodit kendini en sona saklamıştı.
‘Güç ve bilgelik nedir ki güzel Paris?’, dedi, ‘ikisi de sana mutluluk ve neşe getirmez. Sana dünyanın en güzel kadınının aşkını öneriyorum ben.’
Ve Paris, kulaklarından ayrılmayan bu sesin güzelliği ile büyülendi. Gözlerini Afrodit’in olağanüstü güzellikteki, parıltılar içinde ışılıdyan yüzünden alamayarak, elindeki elmayı hiç duraksamadan Afrodit’e doğru uzattı.
Yarışmayı kaybeden Kraliçe Hera ve Bilge Athena çok sinirlenmişlerdi bu yüzden de Paris’ten ve onun bütün soyundan intikam almaya yemin ettiler.

Afrodit’in söylediklerini aklından çıkarmayan Paris dünyanın en güzel kadınını aramaya başladı. Gemilerde yolculuklar yaptı.
Bu yolculukların birinde Sparta Kralı Menelaos’un ülkesine ulaştı yanında Afrodit de vardı.
Menelaos cesur bir kraldı ve karısı ülkesinin bütün kadınları arasında en güzeli olan Helen’di. Hermione adında küçük güzel bir de kızları vardı.
Deniz mavisi gözleri, mor tuniği üstünde altın gibi parıldayan sarı saçları ve dimdik duruşu ile Paris Sparta’da Menelaos tarafından oldukça iyi karşılanmıştı.
Paris Helen’i görür görmez her ölümlü erkeğin güzel bir kadın karşısında olduğu gibi aklı başından gitti. Dünyanın en güzel kadını işte bu kadındı.
Afrodit tam o an güzel Helen’e bir büyü yaptı ve Helen hem çocuğunu ve hem de kocasını unuttu. O artık Paris’e aşık olmuştu. Her ölümlü aşık gibi gözü Paris’ten başka  kimseyi görmüyordu.
Birkaç gizli görüşmeden sonra Paris Helen’e kendisi ile kaçmasını ve eşi olmasını teklif etti. Helen mutluluktan uçarak bu teklifi kabul etti. Bir sabahın erken saatlerinde mavi dalgalar üzerinde Truva’ya doğru yelken açtılar.
Güzel Helen’nin kocası Menelaus olanları öğrendiğinde öfkeden delirecek gibi oldu. Paris canı gibi sevdiği karısı güzel Helen’i ondan çalmıştı.
Menelaos olanları abisi Miken kralı Agemennon’a anlattı. O da bu duruma çok öfkelenmişti. Truva’ya güzel Helen’i geri almak için bir sefer düzenlemeye karar verdiler. Haber bütün ülkeye yayılmıştı. Ülkenin her yanından bu sefer için yüz binlerçe insan toplandı ve binlerce gemi hazırlandı. Hepsi güzel Helen’i kurtarıp ülkelerine geri getirmek istiyordu.
On yıl süren Truva Savaşı Akhalıların Truva’yı ele geçirmesi ile sonuçlandı.


           Çocuklar için İlyada / Homeros, Alfred J. Church / ODTÜ Yayıncılık




Troy ya da Fransızca telaffuzu ile Truva antik zamanların bir Dünya Savaşı’dır. Dünya o günden sonra asla eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü bu Dünya Savaşı’ndan Homeros’un iki dev destanı ortaya çıkmıştır. İlyada ve Odessia. Bu iki dev eser yüzyıllar boyunca Batı'da ders kitabı olarak okutulmuştur. Zeus’un insanlarla alay edercesine kurduğu kumpaslar, aşk, ihanet, kahramanlıklar, zafer ve yenilgi onur ve döneklik kısacası insana dair her şey vardır bu destanlarda. Odeseus'un Truva Savaşı sonrası ülkesine, Itheca'ya dönüş yolculuğunda  karşılaştığı zorlukları, sadece  zekasını ve kurnazlıklarını kullanarak yenmeyi beceren, (Sirenlerle ve Tepegöz ile karşılaşması) yılmayan karakterini bilmiyorsanız bir yanınız eksik kalmış demektir.
Küçük ama anlamlı bir not daha. Bazı tarihçiler Çanakkale’de Mustafa Kemal’in bu tarih öncesi savaşta Akhalılara yenilen Anadolu’nun yerli halkı Truvalıların intikamını aldığını söylerler.

Geçen sene ilki yapılan o zamanki adı ile Kaz Dağları Ultra Maratonu’nun 88 km’lik parkurunu 35. Km’sinde bırakmıştım. Her yenilen gibi mutsuz bir ruh haliyle kaldığımız otele dönmek için bindiğimiz belediye otobüsünde konuştuğumuz bir belediye çalışanı o anda yanından geçtiğimiz zeytinlikler içinde kalmış yıkıntıları göstererek anlatmıştı hikayeyi. Roma’yı kuranlar bu antik yıkıntıları kalmış şehirden yola çıkmışlardı. Başlarında Truva’nın mağlup komutanı Anneas vardı. Onun hikayesini de bir gün mutlaka bir yarış raporuma ekleyeceğim. Her zorlu yolculuk bir ultradır çünkü ya da tam tersi. Bir yenilenme, yeniden doğuş hikayesi.



            Engeller beni durduramaz.
              Leonardo da Vinci

Amacına ulaşamayacağını anladığın anda , amacını değiştirme ama eylem planını değiştir.
 Konfüçyus

Beynimiz yarım kalan hiçbir şeyi ve belirsizliği sevmez. Bu yüzden yarım kalmış bir tabloya baktığınızda rahatsız olursunuz ve onu anlamlı hale getirmek için beyninizin örüntü tamamlama becerisi ile onu mutlaka bir şeye benzetir, görüntüyü tamamlarsınız.
Bu sene geçen sene yarım bıraktığım parkuru koşacaktım.

Uzun süre koşmadan bisiklet sürmüştüm. Aşil tendiniti sürekli mızmız bir çocuk gibi ben de varım diyordu. En sonunda ne olacaksa olsun artık deyip onun mızmızlamasına aldırmadan koşmaya başladım. Koşmaya başladıktan sonra bir hafta boyunca bacaklarım koşmamak için her türlü bahaneyi üretiyor, oradan buradan ortaya çıkardığı ağrılar ile beni rahatsız ediyordu  ama koşmak ve okumak asosyal yaşantımın içinde bildiğim en iyi kaçış yolları. Bazen de yazmak. Ben biraz da yazmak için koşanlardanım. Koşmak beni yorduğu kadar yenileyen bir olgu. Koşmasam yarım kalırım. Yarım kalan şeyleri tamamlamak ise beynimin en çok sevdiği şey.

Koşmalıydım ve en yakın zamandaki koşu organizasyonu geçen seneden yarım kalan Ida Ultra idi. Kaydımı Ida Ultra 94 km’ye yaptırdım ve koşmaya devam ettim, pek iyi değildim ama koşabiliyordum.  En son koşumu bir hafta önce pazar günü yapıp dinlenmeye çekildim. Bugüne kadar yorgun başlamadığım hiçbir yarışım olmadı. Bu defa zinde başlamalıyıdım ama gene olmadı. Hamstring ve quadsların hep ağrıyordu. Beynim -bir kaç defa yaptığım gibi- kaydımı yaptırmama rağmen yan çizmemi istiyordu. Kendi karşıma kendimi almış bocalıyordum. Bu zamanlarda hangi kendimin kendim olduğunu asla anlayamıyorum ama ‘kazanan kendim’ kendim oluyorum.

Saat 7.00 Yeşilyurt Köyü / Ida Dağı’nın Etekleri Hera’nın Laneti

Koşmak istemiyorum. Sadece oradayım. Başlamalıyım. Her zaman yaptığımın tam tersini yapacağım. En sondan yavaş yavaş çıkacağım. Zaten önümde yaklaşık 3 km süren bir tırmanış beni bekliyor. Geçen sene tabanca ateş etmişti bu sene onun  patlayıp patlamadığını bile anımsamıyorum. Etrafımda ışık cümbüşü geceyi kör bir  turuncu ile yanan sokak lambaları arasında yarıyor. Kimseyi duymuyorum. Kapanmışım. Çıkışta birkaç yoklama çektim. Gerek yok. Dur. Yürü. İnişe geçtiğim an canlanmıştım bacaklarım toparlanmaya başlamıştı. Güç. Uzun süre koşmaya devam ettim bir ara 4’lü paceleri bile görmüşüm. Canlanıyordum. Adatepe Köyü öncesi son tırmanışı keyifle geçiyor, 35 km ve 94 km koşucularını bir bir geçiyordum. Geçen sene bu yokuşta bitiş başlamıştı.

İnsanı anlamak için çok çaba sarf ediyorum. Bazıları gerçekten saf kötü. Bir düzlüğe varmak için kuru çalıların olduğu bir aralıktan geçiyorsunuz. Buranın kapalı olduğunu görünce yana yöneldim orası da kapalıydı geri döndüğümde büyük olasılık önümüzden giden koşuculardan birisinin bu yolu bir zeytin dalı ile kapattığın anladım. Dalı kaldırdığımda bizden önce geçenlerin ayak izlerini görebiliyordum. Dalı kenara ittirdim. Kötülük.

Adatepe Köyü’ne vardığımda geçen seneye göre daha canlıydım. Kafa lambasını Cihan’ın yardımı ile sırt çantama kaldırdım. Biraz su içip bir parça muz alarak bu güzel köyün taş sokaklarında tırmanışa geçtim. Bir fotoğrafçının ricasını elimde  kamera ile çekim yaparak yerine getirip, kamerayı biraz ileriye bıraktım. Çıkışta Fransız Stephan ile tanışıp yola devam ettim. Fransa Büyükelçiliği’nde çalışıyormuş ve bu ikinci koşusuymuş. Geçen sene bittiğim yerlerde güç benimleydi. Mistik Ida Ormanları'nın  arasında Hera’nın lanetini bırakmış, yardırıyordum.

Bilge Athena’nın Kehaneti / Varoluş

Önümüz artık uzun sürecek olan bir inişti ve benim geçen yıldan aklımda kalan en çok sevdiğim bölüm önümüzdeydi. Geçen sene gördüğümde a-haa (a-haa moment) anlarını yaşadığım Mıhlı Çay geçişi ve  üzerindeki tek kemerli muhteşem Roma Köprüsü beni bekliyordu. Gene geçen seneki aynı noktada,  Mıhlı Çay’a varmadan önce bir asker elinde silahı ile bizi bekliyor, soldaki sahipli köpekler koşuculara havlıyordu. Çay geçişi bu sene büyük bir boru ile ayaklarınız ıslanmadan geçilecek hale getirilmişti. Bazıları için bahar ve yaz  aylarının vazgeçilmezi pinik için yapılmış özel piknik alanlarının arasından 400-500 metre sonraki muhteşem Roma Köprüsü'ne hakaret; kiç, (kitsch, yozbeğeni) derme çatma, dandik, estetiğe can çekiştiren, köksüz, ne idüğü belirsiz, korkunç, garip, berbat, betondan, estetiği olmayan bir köprüden geçtim. Geçen sene Roma Köprüsü'nü gördüğüm anın a-haa anını tekrar yaşamak istiyor köprüye doğu koşuyordum. Köprüyü gördüğüm anda Törkiş restorasyon garabeti ile içim cız etti. Geçen sene köprüyü bir saç gibi süsleyen köprüyü geçer geçmez gidiş yönümüzün sağında kalan çalı, restorasyon için açılan hayvan gibi (hayvan gibi çünkü bu köprü hayvan ve insan için yapılmış daracık bir köprü ama amcamlar araba yolu açmış) yola kurban edilmişti. Köprü taştan korkuluklarla beyaz bir beton harcı ile yükseltilmişti. (Umarım köprünün kemerinin bu yükü taşıyıp taşıyamayacağı hesaplanmıştır(!)) Restorasyonu yapan firmanın tabelası da at organı üzerindeki  kelebek olarak kenarda duruyordu. Restorasyonu Karayolları Genel Müdürlüğü yaptırıyordu ve koşucuların geçmesine izin verilmemişti. Çayın üzerine konulan uzunca demir bir uzantının üzerinden geçtikten sonra başlayan kısa bir tırmanışı Istanbul’dan geldiğini ve triatlet olduğunu söyleyen genç bir erkek ve onun arkadaşı kadın koşucu ile geçtik.

Artık açılmıştım. Doyran öncesi Narlıca Köyü'nden sonra başlayan sert çıkış öncesi İzmir Edremit yolunda bir restoranda karşılaştığımız, sohbet ettiğimiz  ve  yorgun hissettiği için 35 km koşup koşmama konusunda kararsız olduğunu söyleyen Can (Artam) ile karşılaştım. Mental olarak yarışı bırakmıştı. İnişe geçmeden önce beraber koştuğumuz iki kişiye önümüzde sert bir çıkış olduğunu eğer ihtiyaçları varsa bir şeyler yiyip içmelerini söyledim. İlke olarak asla yokuşlarda bir şey yemem ve içmem –su dahil- çünkü yemek borusunun her mobiliti hareketinde beyin mideye sidirilecek bir şey gittiğini düşünüp enerjinizin bir kısmını sindirim için mideye yönlendirir. Koştuğumuz iki kişiden  biri bastı gitti diğeri arkamda kaldı. Tam bu sırada 35 km’yi tersten koşan Faruk Kar ile karşılaştık.  Küçük bir dere geçişi sonrası işemek için durduğumda arkamdan gelen kişi; (sonradan tanıştık, Ersavaş Güdül) ‘Tuvalet burası mı?’ diye sorarak işemeye başladı. Ben de gülerek ‘evet, evet tam orası.’ diyerek koşmaya devam ettim.

Köyün girişinde ensesinde ve sol kalfinde dövme olan ve bizi geçen koşucuyu da geçtim. Doyran kontrol noktasında Erciyes Skyrunning’den Atıl (Ulaş) ve ekibi bizi bekliyordu. Atıl, ‘bu sene iyi görünüyorsunuz’ dedi ‘evet iyim’ dedim. ‘Hocam, akşam teknik toplantıda  birileri ile konuşuyordunuz selam veremedim’ dedi ben de ‘beni görmemezlikten geldiğinizi düşünmüştüm’ dedim. O da ‘Olur mu ya?’  dedikten sonra oradan ayrıldım. Geçen sene bittiğim yerlerde sorunsuz koşabiliyordum. Bir üç yol ağzına geldiğimde orada arabasının yanına oturmuş Altınoluk sahillerine bakan bir amca 'Altınoluk bu tarafta' diyerek beni çağırdı. Tam karşımda duran 90k sol 35 k sağ tabelasını gördüm. 'Ben 90 koşuyorum!' deyip sola devam ettim bir süre sonra daha önce yanından geçerken düşen bir koşucu beni yakaladı. ‘Kaç koşuyorsunuz?’ dedim ‘otuzbeş’ dedi. ‘Geri dönün, bu 90 km parkuru’ dedim.’yapma yav?’ deyip geri döndü.
Organizasyonun bence en majör yanlışlarından birisi bu noktaya bir gözlemci koymamasıydı. Çünkü birçok kişi bu noktada şaşırmıştı. Arkamdan gelen seslerin de 35k’cılar olduğunu düşünmeden edemedim.
Esmer, 90 km koşan bir koşucu beni geçti. Sanayi Kontrol Noktası öncesi gönüllü, halktan bir teyze çayını demlemiş bizi bekliyordu. ‘ Çocuğum herkes otuzbeş km nerede bitiyor diye soruyor ‘ dedi. ‘Buraya gelen yarışmacılara yarış numaraları 300’lü ise yanlış geldiklerini ama 900’lü  ise doğru olduklarını söyle.’ deyip birkaç yudum su içtikten sonra Sanayi Kontrol noktasına doğru koşmaya devam ettim. Sanayi Kontrol Noktası 38. Km’deydi. Sanayiyi geçtikten sonra başlayan dik yokuşta yolunu kaybeden Derya (Duman) beni yakaladı. İşgüzar amcamın bulunduğu noktada o da Altınolık’a yönenelmiş sonra geri dönmüştü. Doğal olarak morali bozulmuştu. Kısa bir sohbet sonrası o ayrıldı. Biraz sonra beni geçen esmer koşucu da geldi o da Sanayi sonrası kaybolmuştu. 'Çorba neden yok ya da çorba da verebilirlerdi' mealinde bir şeyler  dedi,  ben de ‘çorba içmeye mi, koşmaya mı geldiniz?’ dedim. Dedepınar Konrol Noktası’nda onunla tekrar karşılaştığımızda, beraberce çorba içerken büyük bir pot kırdığımı, onun söylediklerinden anladım. İstanbul’dan sabah gelmişti, kahvaltı yapmamıştı. Özür diledim. 50 km’de  bulunan Dedepınar Noktası, içinde yedek kıyafet ayakkabı vb. şeylerin olduğu emanet çantalarımızı (Drop bag) bıraktığımız yerdi. Bence çınar ağaçlarının altında kurulmuş olan bu kontrol noktası en iyi kontrol noktası olmaya namzet. Hemen arkamdan sevgili Harun (Alışır) geldi. Ayakkabılarımı değiştirip kompres çoraplarımı giydim. Bir bardak çorbadan sonra etrafımdakileri de şaşırtan ‘hava güzel, çorba güzel, Edremit Körfezi güzel, (bu noktadan gerçekten muhteşem gözüküyordu,) gönüllü kızlar güzel,  hemşire hanım güzel… diye saydırdım. Harun ‘hocam şair oldu’ dedi. Yenilenmiştim. Harun ve ben buradan ayrıldıktan sonra 87-88 km’ye kadar beraber koşacaktık.

Afrodit / Güzeliğin Doğuşu / Güneşin Batışı

Dedepınar'dan çıktıktan sonra yol arkadaşım ve peşimizden gelen bir diğer koşucu ile konuşa konuşa devam ettik. Birbirimizi taşıyor aklımıza ne gelirse konuşuyor, eski yarışlarımızı anlatıyorduk. Berduşun Çeşmesi'ne geldiğimizde (62.km) sularımız bitmiş, susamıştık. Burada durup sularımızı doldurduk. Bundan sonra koşacaklar için bu önemli bir not. Dedepınar'da sularınızı tam doldurun ve Berduş'un Çesmesi'nden su için. Artık inişe geçmiştik. Çamlıbel’de bizi karşılayan ikisi kadın bir erkek gönüllü bize tarhana çorbası içip içmeyeceğimizi sordu. Ben bundan sonraki kontrol noktasında erişte yiyeceğim dedim. Erişte de burada deyince, gelen nefis ev yapımı tarhananın yanında ev yapımı erişteyi de götürdüm. Bunları bize yapan teyzeye adını sordum. 'Gülşen' dedi. Ellerine kollarına sağlık Gülşen Teyzem.

Ömrüm boyunca insanları ve onun doğasını anlamaya çalıştım, çalışıyorum. Artık yaş itibarı ile canım Anadolu insanı ile hödük Anadolu insanı arasındaki farkı çok iyi biliyorum. Daha önce 53 km'de dört koşucu  işaretleri göremediğimiz için yolu şaşırdığımızda karşılaştığımız yarış yön işaret tabelasını yerinde sökmüş ve işaret şeritlerini toplamış adama. 'neden söktün onları?' dediğimizde, ‘benim tarlamdan geçemezsiniz’ demişti.  Bu da Anadolu insanı işte. Gülşen Teyze iyi ve o işaretleri söken yurdum insanı kötü.

Çamlıbel’den ayrıldıktan sonra uzun süre asfaltta koşacaktık. Arabayla yanımızdan geçen Polat  Dede’den bizi Kavurmacılar’a kadar atmasını söyledim. 'Tabi ki hocam' dedi ama basıp gitti. Kavurmacılar'a vardığımızda güneş batmış hava kararmaya başlamıştı. Kontrol noktasında Polat Dede bizi bekliyordu. Bir varilin içinde ateş yakmışlardı. Polat Dede karşı tepeleri göstermek istedi ama ben o yöne bakmadım. Zor olacağını biliyordum. Mental bariyere gerek yoktu. Kontrol noktasındaki görevlilerin ve fotoğrafçıların gazları arasında sallandık. Çok dik bir inişte çiş molası verdik. Bir süre sonra arkadan gelen koşucu bir tırmanışta bizi yakaladı. Sırt çantasından kafa lambasını çıkarmamı rica etti. Çıkardım o da benim kafa lambamı çıkardı, bu sırada Harun arayı açmış ve gözden kaybolmuştu. Kafa lambasını çıkardığım koşucu da öne geçmişti. Artık uzun süre yalnız kalacaktım. Bir şelalenin önünden geçip Beyoba Kontrol Noktası’na geldim. Atıl (Ulaş) bu noktaya transfer olmuştu. Sadece su içip, teşekkür edip ayrıldım. Ben çıkarken lambasını çantasından çıkardığım koşucu gelmişti.

Beyoba’dan sonra sanırım mental kırılma noktası gerçekleşti. Kopmuştum. Kebab kokuları arasında bir köy ya da kasabadan geçtim. Çocuk sesleri ortalığa yayılıyordu. Önümde asfalta hareket eden ışığın Harun olduğunu anladım, asfalttan sağa zeytinlikler arasına koşmaya başladı. İlk o an defa ayın dolunaya yakın olduğunu fark ettim. Harun’u yakaladığımda ‘sen devam et hocam’ dedi. Kendimi çok güçlü hissediyordum. Yardırdım. Bu tempoda koşabilmek için sırt çantamdan aldığım Apitera balın boşalan tüpünü cebime koymaya çalışırken düştüm. Her düşüşte olduğu gibi ana avrat küfrettim. Dizim dört noktadan yaralanmış, avuçlarım yanıyordu. Kalktım. Artık kimse beni durduramazdı. Polat Dede ile gene karşılaştık kaç km kaldı diye sordum ‘üç buçuk’ dedi. Arkadan gelen olup olmadığını sorduğunda ‘Harun var’ dedim. Oteller arasından geçerek bitiş noktasına yaklaşıyordum. Gönüllüler yolun yönünü söylediler. Bitişe giden ana yola girmiştim. Burada beni kamerası ile Bilal Gül karşıladı. Bitişe kadar benimle koştu da. Teşekkürler.

Yarım kalan şeyleri tamamlamak beynimize büyük bir iyiliktir.  Beyin yarım kalan işleri ve bilinmezleri sevmez.

Karanlıkta neon ışıkları arasında tanrıçaların en güzel kadını Afrodit’in bildiğim en güzel tasviri Milo Venüs’ü bütün çekiciliği ile bana gülümsüyordu, ona doğru koştum o da olmayan kollarını açarak  bana sarıldı, koşu bitmişti.

Yarışın Strava kaydı



Milo de Venüs
Foto Wikipedia