15 Aralık 2017 Cuma

Star Wars / Son Jedi



Aslında hepimiz doğarak bir bilinmezden başka bir bilinmeze geçiş yapan varlıklarız. Doğum, yaşam ve ölüm bilinmezlerinin geçiş anlarıdır. Bu bilinmezliklerle baş etmenin yollarından en önemli iki enstrüman din ve sanattır. Sanat dogmatik olmadığı için daha yaratıcıdır. Din Zebur'dan bu yana aynı hikayeli anlatır. Din de, sanat da iyi ve kötünün savaşı üzerine kuruludur. Sanatın dinden farklı olarak estetik kaygıları vardır.  Modern dünyada iyi ve kötünün savaşı dinsel söylemde simgeleşen Habil ile Kabil'in iyilik  ve kötülük simgelerinden daha karmaşık, komplike ve sofistikedir. (Kabil kardeşi  Habil'i Tanrı'nın Kabil'in verdiği hediyeyi kabul etmesi üzerine onu öldürmüştür.) Bu yüzden sanatın iyi ve kötüyü anlama ve anlatma gücü hepimize gerekmektedir. 

Yaşamın bütün güzelliği ve absürdlüğünün kökeninde bilinmezlik yatar. 
İnsanlığın bu bilinmeziğin çocukluk dönemini yaşadığını biliyorum. Kısa zamanda da pek olgunlaşacağını sanmıyorum.
Çocukluk bir paradokstur. Kontrol edemediği dürtüleri onun korkmasına, acı çekmesine ve keyif almasına neden olur. Bu kontrol edemediği üç fenomen, onun yaşamı bunlar aracılığı ile öğrenmesine neden olur. Bu üç fenomeni kontrol etmeyi öğrendiği an artık yaşam enerjisinin sonuna gelmiş, yaşlanmıştır. Entropi yani körelme gerçekleşmiştir. Bazıları artık bütün enerjisini onun gibi olmayan ama bir zamanlar kendisinin de olduğu gençleri kontrol etmeye harcar hale gelmiştir. Bütün sistemi, kendisinden daha enerjik olan gençleri kontrol etmek üzere kurar, bunu yaparken de eğitim sistemini, ideolojileri, politik hareketleri, uyuşturucu bağımlılıklarını, sigarayı, alkolü, seksi; gençlerin kullanabileceği bütün dürtüsel  ve duygusal özelliklerini onları doğru yola getirmek için kullanarak yapmaya çalışır. Bazı yaşlılar (kötü tarafa geçenler) çoğunlukla bunu başarır da çünkü gençlerde olmayan bir özellikleri  vardır. Ateşi kontrol etmeyi öğrenmişler katılaşmışlar  ve acımasızlaşmışlardır. ( Dünyada kötüler gücü kontrol edenlerdir, yoksa bunca savaş neden var?) 

İyi tarafta kalabilmek kötü tarafa geçmekten daha zor ve sofistikedir, bunu çok az insan başarabilir, ve ancak içindeki çocuğu öldürmeyen yaşlılardan çıkarlar. 

Star Wars'da Rey gücü hissetmeye başlayan ve iyi tarafta kalmaya çalışan gücü simgeler. Çelişkilerinden doğan bir yeni yetme jedi. Luke umutsuzluğa boğulmuş bir jedi ustasıdır .  Sistem onu ele geçirmiş dünyanın ve düzenin değişemeyeceğine inanmış ve adasına eski bir jedi tapınağına sığınmış, inzivaya çekilmiştir.  Onu, son jedi'yı gücün yanına çekmek artık bir gencin, Rey'in misyonudur. 

Star Wars'u sadece ışın kılıçlarının, saatte şu parsek hızla giden uzay araçlarının uzay solucanları içinden uçtuğu, akıllı robotların, uçakların, süper bilgisayarların... olduğu bir film olarak görürseniz komik bir çocuk filmi ile karşı karşıyasınız demektir.  Star Wars'un bir metaforlar filmi olduğunu asla unutmayın; içinde insanlığın en eski savaşların, iyi kötü, güzel çirkin, genç ve yaşlı çatışmasının içimizdeki savaşla örtüşmesinin muhteşem bir hikayesidir o. 

Son Jedi bence en iyi Star Wars'lardan biri olacak. 

9 Aralık 2017 Cumartesi

Ida Ultra Yarış Raporu

                                                    Truva Savaşı Neden Oldu?

Sabahın erken saatleriydi. Truva şehrinden pek de uzak olmayan İda Dağı’nı yemyeşil bir örtü gibi saran ormanın derinliklerinde Kral Priam’ın oğlu Paris, şehrin surları üstünden babasının uzaktaki sürülerini seyrediyordu.
            Ormanın derinliklerinden birdenbire altın Güneş ve gümüş Ay’ın aynı anda  parlamasına benzeyen bir ışık gördü.
            Işığın ortasında güzeller güzeli üç tanrıça durmuş ona bakıyorlardı. Kraliçe Hera, Bilge Athena ve Güzel Afrodit. Üçü de birbirinden güzel bu kadınların karşısında ölümlü Paris büyülenmişti.
            Tanrılar Tanrısı Zeus’un karısı Hera’nın, ağaçların rüzgarla büyülü bir ezgiyi fısıldamasına benzeyen yumuşak sesi duyuldu:
‘Sen Paris, ölümlüler arasında en yakışıklı erkeksin ve bizler buraya sana yeryüzündeki en güzel kadının hangimiz olduğunu sormaya geldik. Hangimiz en güzelse bu altın elmayı ona ver.’
Böyle dedi Hera ve en saf altından yapılmış ışıltılar içinde yanan elmayı Paris’e uzattı.
‘Eğer beni, tanrıçaların kraliçesini, tanrılar tanrısı güçlü Zeus’un karısını  seçersen sana öyle bir güç vereceğim ki güneşin gördüğü tüm ülkelerin kralı olacaksın. Bütün insanlar önünde saygı ile eğilecek.
O ana kadar sessizce bekleyen Athena gümüş Ay ışığına benzeyen sesiyle sabahın sessizliğini bozdu.
‘Eğer beni seçersen’ dedi, ‘tanrılar kadar bilge olacaksın ve ben rehberin olarak her zaman yanında olacağım, senin için olanaksız diye bir şey olmayacak.’
Bahar güneşine benzeyen güzel Afrodit kendini en sona saklamıştı.
‘Güç ve bilgelik nedir ki güzel Paris?’, dedi, ‘ikisi de sana mutluluk ve neşe getirmez. Sana dünyanın en güzel kadınının aşkını öneriyorum ben.’
Ve Paris, kulaklarından ayrılmayan bu sesin güzelliği ile büyülendi. Gözlerini Afrodit’in olağanüstü güzellikteki, parıltılar içinde ışılıdyan yüzünden alamayarak, elindeki elmayı hiç duraksamadan Afrodit’e doğru uzattı.
Yarışmayı kaybeden Kraliçe Hera ve Bilge Athena çok sinirlenmişlerdi bu yüzden de Paris’ten ve onun bütün soyundan intikam almaya yemin ettiler.

Afrodit’in söylediklerini aklından çıkarmayan Paris dünyanın en güzel kadınını aramaya başladı. Gemilerde yolculuklar yaptı.
Bu yolculukların birinde Sparta Kralı Menelaos’un ülkesine ulaştı yanında Afrodit de vardı.
Menelaos cesur bir kraldı ve karısı ülkesinin bütün kadınları arasında en güzeli olan Helen’di. Hermione adında küçük güzel bir de kızları vardı.
Deniz mavisi gözleri, mor tuniği üstünde altın gibi parıldayan sarı saçları ve dimdik duruşu ile Paris Sparta’da Menelaos tarafından oldukça iyi karşılanmıştı.
Paris Helen’i görür görmez her ölümlü erkeğin güzel bir kadın karşısında olduğu gibi aklı başından gitti. Dünyanın en güzel kadını işte bu kadındı.
Afrodit tam o an güzel Helen’e bir büyü yaptı ve Helen hem çocuğunu ve hem de kocasını unuttu. O artık Paris’e aşık olmuştu. Her ölümlü aşık gibi gözü Paris’ten başka  kimseyi görmüyordu.
Birkaç gizli görüşmeden sonra Paris Helen’e kendisi ile kaçmasını ve eşi olmasını teklif etti. Helen mutluluktan uçarak bu teklifi kabul etti. Bir sabahın erken saatlerinde mavi dalgalar üzerinde Truva’ya doğru yelken açtılar.
Güzel Helen’nin kocası Menelaus olanları öğrendiğinde öfkeden delirecek gibi oldu. Paris canı gibi sevdiği karısı güzel Helen’i ondan çalmıştı.
Menelaos olanları abisi Miken kralı Agemennon’a anlattı. O da bu duruma çok öfkelenmişti. Truva’ya güzel Helen’i geri almak için bir sefer düzenlemeye karar verdiler. Haber bütün ülkeye yayılmıştı. Ülkenin her yanından bu sefer için yüz binlerçe insan toplandı ve binlerce gemi hazırlandı. Hepsi güzel Helen’i kurtarıp ülkelerine geri getirmek istiyordu.
On yıl süren Truva Savaşı Akhalıların Truva’yı ele geçirmesi ile sonuçlandı.


           Çocuklar için İlyada / Homeros, Alfred J. Church / ODTÜ Yayıncılık




Troy ya da Fransızca telaffuzu ile Truva antik zamanların bir Dünya Savaşı’dır. Dünya o günden sonra asla eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü bu Dünya Savaşı’ndan Homeros’un iki dev destanı ortaya çıkmıştır. İlyada ve Odessia. Bu iki dev eser yüzyıllar boyunca Batı'da ders kitabı olarak okutulmuştur. Zeus’un insanlarla alay edercesine kurduğu kumpaslar, aşk, ihanet, kahramanlıklar, zafer ve yenilgi onur ve döneklik kısacası insana dair her şey vardır bu destanlarda. Odeseus'un Truva Savaşı sonrası ülkesine, Itheca'ya dönüş yolculuğunda  karşılaştığı zorlukları, sadece  zekasını ve kurnazlıklarını kullanarak yenmeyi beceren, (Sirenlerle ve Tepegöz ile karşılaşması) yılmayan karakterini bilmiyorsanız bir yanınız eksik kalmış demektir.
Küçük ama anlamlı bir not daha. Bazı tarihçiler Çanakkale’de Mustafa Kemal’in bu tarih öncesi savaşta Akhalılara yenilen Anadolu’nun yerli halkı Truvalıların intikamını aldığını söylerler.

Geçen sene ilki yapılan o zamanki adı ile Kaz Dağları Ultra Maratonu’nun 88 km’lik parkurunu 35. Km’sinde bırakmıştım. Her yenilen gibi mutsuz bir ruh haliyle kaldığımız otele dönmek için bindiğimiz belediye otobüsünde konuştuğumuz bir belediye çalışanı o anda yanından geçtiğimiz zeytinlikler içinde kalmış yıkıntıları göstererek anlatmıştı hikayeyi. Roma’yı kuranlar bu antik yıkıntıları kalmış şehirden yola çıkmışlardı. Başlarında Truva’nın mağlup komutanı Anneas vardı. Onun hikayesini de bir gün mutlaka bir yarış raporuma ekleyeceğim. Her zorlu yolculuk bir ultradır çünkü ya da tam tersi. Bir yenilenme, yeniden doğuş hikayesi.



            Engeller beni durduramaz.
              Leonardo da Vinci

Amacına ulaşamayacağını anladığın anda , amacını değiştirme ama eylem planını değiştir.
 Konfüçyus

Beynimiz yarım kalan hiçbir şeyi ve belirsizliği sevmez. Bu yüzden yarım kalmış bir tabloya baktığınızda rahatsız olursunuz ve onu anlamlı hale getirmek için beyninizin örüntü tamamlama becerisi ile onu mutlaka bir şeye benzetir, görüntüyü tamamlarsınız.
Bu sene geçen sene yarım bıraktığım parkuru koşacaktım.

Uzun süre koşmadan bisiklet sürmüştüm. Aşil tendiniti sürekli mızmız bir çocuk gibi ben de varım diyordu. En sonunda ne olacaksa olsun artık deyip onun mızmızlamasına aldırmadan koşmaya başladım. Koşmaya başladıktan sonra bir hafta boyunca bacaklarım koşmamak için her türlü bahaneyi üretiyor, oradan buradan ortaya çıkardığı ağrılar ile beni rahatsız ediyordu  ama koşmak ve okumak asosyal yaşantımın içinde bildiğim en iyi kaçış yolları. Bazen de yazmak. Ben biraz da yazmak için koşanlardanım. Koşmak beni yorduğu kadar yenileyen bir olgu. Koşmasam yarım kalırım. Yarım kalan şeyleri tamamlamak ise beynimin en çok sevdiği şey.

Koşmalıydım ve en yakın zamandaki koşu organizasyonu geçen seneden yarım kalan Ida Ultra idi. Kaydımı Ida Ultra 94 km’ye yaptırdım ve koşmaya devam ettim, pek iyi değildim ama koşabiliyordum.  En son koşumu bir hafta önce pazar günü yapıp dinlenmeye çekildim. Bugüne kadar yorgun başlamadığım hiçbir yarışım olmadı. Bu defa zinde başlamalıyıdım ama gene olmadı. Hamstring ve quadsların hep ağrıyordu. Beynim -bir kaç defa yaptığım gibi- kaydımı yaptırmama rağmen yan çizmemi istiyordu. Kendi karşıma kendimi almış bocalıyordum. Bu zamanlarda hangi kendimin kendim olduğunu asla anlayamıyorum ama ‘kazanan kendim’ kendim oluyorum.

Saat 7.00 Yeşilyurt Köyü / Ida Dağı’nın Etekleri Hera’nın Laneti

Koşmak istemiyorum. Sadece oradayım. Başlamalıyım. Her zaman yaptığımın tam tersini yapacağım. En sondan yavaş yavaş çıkacağım. Zaten önümde yaklaşık 3 km süren bir tırmanış beni bekliyor. Geçen sene tabanca ateş etmişti bu sene onun  patlayıp patlamadığını bile anımsamıyorum. Etrafımda ışık cümbüşü geceyi kör bir  turuncu ile yanan sokak lambaları arasında yarıyor. Kimseyi duymuyorum. Kapanmışım. Çıkışta birkaç yoklama çektim. Gerek yok. Dur. Yürü. İnişe geçtiğim an canlanmıştım bacaklarım toparlanmaya başlamıştı. Güç. Uzun süre koşmaya devam ettim bir ara 4’lü paceleri bile görmüşüm. Canlanıyordum. Adatepe Köyü öncesi son tırmanışı keyifle geçiyor, 35 km ve 94 km koşucularını bir bir geçiyordum. Geçen sene bu yokuşta bitiş başlamıştı.

İnsanı anlamak için çok çaba sarf ediyorum. Bazıları gerçekten saf kötü. Bir düzlüğe varmak için kuru çalıların olduğu bir aralıktan geçiyorsunuz. Buranın kapalı olduğunu görünce yana yöneldim orası da kapalıydı geri döndüğümde büyük olasılık önümüzden giden koşuculardan birisinin bu yolu bir zeytin dalı ile kapattığın anladım. Dalı kaldırdığımda bizden önce geçenlerin ayak izlerini görebiliyordum. Dalı kenara ittirdim. Kötülük.

Adatepe Köyü’ne vardığımda geçen seneye göre daha canlıydım. Kafa lambasını Cihan’ın yardımı ile sırt çantama kaldırdım. Biraz su içip bir parça muz alarak bu güzel köyün taş sokaklarında tırmanışa geçtim. Bir fotoğrafçının ricasını elimde  kamera ile çekim yaparak yerine getirip, kamerayı biraz ileriye bıraktım. Çıkışta Fransız Stephan ile tanışıp yola devam ettim. Fransa Büyükelçiliği’nde çalışıyormuş ve bu ikinci koşusuymuş. Geçen sene bittiğim yerlerde güç benimleydi. Mistik Ida Ormanları'nın  arasında Hera’nın lanetini bırakmış, yardırıyordum.

Bilge Athena’nın Kehaneti / Varoluş

Önümüz artık uzun sürecek olan bir inişti ve benim geçen yıldan aklımda kalan en çok sevdiğim bölüm önümüzdeydi. Geçen sene gördüğümde a-haa (a-haa moment) anlarını yaşadığım Mıhlı Çay geçişi ve  üzerindeki tek kemerli muhteşem Roma Köprüsü beni bekliyordu. Gene geçen seneki aynı noktada,  Mıhlı Çay’a varmadan önce bir asker elinde silahı ile bizi bekliyor, soldaki sahipli köpekler koşuculara havlıyordu. Çay geçişi bu sene büyük bir boru ile ayaklarınız ıslanmadan geçilecek hale getirilmişti. Bazıları için bahar ve yaz  aylarının vazgeçilmezi pinik için yapılmış özel piknik alanlarının arasından 400-500 metre sonraki muhteşem Roma Köprüsü'ne hakaret; kiç, (kitsch, yozbeğeni) derme çatma, dandik, estetiğe can çekiştiren, köksüz, ne idüğü belirsiz, korkunç, garip, berbat, betondan, estetiği olmayan bir köprüden geçtim. Geçen sene Roma Köprüsü'nü gördüğüm anın a-haa anını tekrar yaşamak istiyor köprüye doğu koşuyordum. Köprüyü gördüğüm anda Törkiş restorasyon garabeti ile içim cız etti. Geçen sene köprüyü bir saç gibi süsleyen köprüyü geçer geçmez gidiş yönümüzün sağında kalan çalı, restorasyon için açılan hayvan gibi (hayvan gibi çünkü bu köprü hayvan ve insan için yapılmış daracık bir köprü ama amcamlar araba yolu açmış) yola kurban edilmişti. Köprü taştan korkuluklarla beyaz bir beton harcı ile yükseltilmişti. (Umarım köprünün kemerinin bu yükü taşıyıp taşıyamayacağı hesaplanmıştır(!)) Restorasyonu yapan firmanın tabelası da at organı üzerindeki  kelebek olarak kenarda duruyordu. Restorasyonu Karayolları Genel Müdürlüğü yaptırıyordu ve koşucuların geçmesine izin verilmemişti. Çayın üzerine konulan uzunca demir bir uzantının üzerinden geçtikten sonra başlayan kısa bir tırmanışı Istanbul’dan geldiğini ve triatlet olduğunu söyleyen genç bir erkek ve onun arkadaşı kadın koşucu ile geçtik.

Artık açılmıştım. Doyran öncesi Narlıca Köyü'nden sonra başlayan sert çıkış öncesi İzmir Edremit yolunda bir restoranda karşılaştığımız, sohbet ettiğimiz  ve  yorgun hissettiği için 35 km koşup koşmama konusunda kararsız olduğunu söyleyen Can (Artam) ile karşılaştım. Mental olarak yarışı bırakmıştı. İnişe geçmeden önce beraber koştuğumuz iki kişiye önümüzde sert bir çıkış olduğunu eğer ihtiyaçları varsa bir şeyler yiyip içmelerini söyledim. İlke olarak asla yokuşlarda bir şey yemem ve içmem –su dahil- çünkü yemek borusunun her mobiliti hareketinde beyin mideye sidirilecek bir şey gittiğini düşünüp enerjinizin bir kısmını sindirim için mideye yönlendirir. Koştuğumuz iki kişiden  biri bastı gitti diğeri arkamda kaldı. Tam bu sırada 35 km’yi tersten koşan Faruk Kar ile karşılaştık.  Küçük bir dere geçişi sonrası işemek için durduğumda arkamdan gelen kişi; (sonradan tanıştık, Ersavaş Güdül) ‘Tuvalet burası mı?’ diye sorarak işemeye başladı. Ben de gülerek ‘evet, evet tam orası.’ diyerek koşmaya devam ettim.

Köyün girişinde ensesinde ve sol kalfinde dövme olan ve bizi geçen koşucuyu da geçtim. Doyran kontrol noktasında Erciyes Skyrunning’den Atıl (Ulaş) ve ekibi bizi bekliyordu. Atıl, ‘bu sene iyi görünüyorsunuz’ dedi ‘evet iyim’ dedim. ‘Hocam, akşam teknik toplantıda  birileri ile konuşuyordunuz selam veremedim’ dedi ben de ‘beni görmemezlikten geldiğinizi düşünmüştüm’ dedim. O da ‘Olur mu ya?’  dedikten sonra oradan ayrıldım. Geçen sene bittiğim yerlerde sorunsuz koşabiliyordum. Bir üç yol ağzına geldiğimde orada arabasının yanına oturmuş Altınoluk sahillerine bakan bir amca 'Altınoluk bu tarafta' diyerek beni çağırdı. Tam karşımda duran 90k sol 35 k sağ tabelasını gördüm. 'Ben 90 koşuyorum!' deyip sola devam ettim bir süre sonra daha önce yanından geçerken düşen bir koşucu beni yakaladı. ‘Kaç koşuyorsunuz?’ dedim ‘otuzbeş’ dedi. ‘Geri dönün, bu 90 km parkuru’ dedim.’yapma yav?’ deyip geri döndü.
Organizasyonun bence en majör yanlışlarından birisi bu noktaya bir gözlemci koymamasıydı. Çünkü birçok kişi bu noktada şaşırmıştı. Arkamdan gelen seslerin de 35k’cılar olduğunu düşünmeden edemedim.
Esmer, 90 km koşan bir koşucu beni geçti. Sanayi Kontrol Noktası öncesi gönüllü, halktan bir teyze çayını demlemiş bizi bekliyordu. ‘ Çocuğum herkes otuzbeş km nerede bitiyor diye soruyor ‘ dedi. ‘Buraya gelen yarışmacılara yarış numaraları 300’lü ise yanlış geldiklerini ama 900’lü  ise doğru olduklarını söyle.’ deyip birkaç yudum su içtikten sonra Sanayi Kontrol noktasına doğru koşmaya devam ettim. Sanayi Kontrol Noktası 38. Km’deydi. Sanayiyi geçtikten sonra başlayan dik yokuşta yolunu kaybeden Derya (Duman) beni yakaladı. İşgüzar amcamın bulunduğu noktada o da Altınolık’a yönenelmiş sonra geri dönmüştü. Doğal olarak morali bozulmuştu. Kısa bir sohbet sonrası o ayrıldı. Biraz sonra beni geçen esmer koşucu da geldi o da Sanayi sonrası kaybolmuştu. 'Çorba neden yok ya da çorba da verebilirlerdi' mealinde bir şeyler  dedi,  ben de ‘çorba içmeye mi, koşmaya mı geldiniz?’ dedim. Dedepınar Konrol Noktası’nda onunla tekrar karşılaştığımızda, beraberce çorba içerken büyük bir pot kırdığımı, onun söylediklerinden anladım. İstanbul’dan sabah gelmişti, kahvaltı yapmamıştı. Özür diledim. 50 km’de  bulunan Dedepınar Noktası, içinde yedek kıyafet ayakkabı vb. şeylerin olduğu emanet çantalarımızı (Drop bag) bıraktığımız yerdi. Bence çınar ağaçlarının altında kurulmuş olan bu kontrol noktası en iyi kontrol noktası olmaya namzet. Hemen arkamdan sevgili Harun (Alışır) geldi. Ayakkabılarımı değiştirip kompres çoraplarımı giydim. Bir bardak çorbadan sonra etrafımdakileri de şaşırtan ‘hava güzel, çorba güzel, Edremit Körfezi güzel, (bu noktadan gerçekten muhteşem gözüküyordu,) gönüllü kızlar güzel,  hemşire hanım güzel… diye saydırdım. Harun ‘hocam şair oldu’ dedi. Yenilenmiştim. Harun ve ben buradan ayrıldıktan sonra 87-88 km’ye kadar beraber koşacaktık.

Afrodit / Güzeliğin Doğuşu / Güneşin Batışı

Dedepınar'dan çıktıktan sonra yol arkadaşım ve peşimizden gelen bir diğer koşucu ile konuşa konuşa devam ettik. Birbirimizi taşıyor aklımıza ne gelirse konuşuyor, eski yarışlarımızı anlatıyorduk. Berduşun Çeşmesi'ne geldiğimizde (62.km) sularımız bitmiş, susamıştık. Burada durup sularımızı doldurduk. Bundan sonra koşacaklar için bu önemli bir not. Dedepınar'da sularınızı tam doldurun ve Berduş'un Çesmesi'nden su için. Artık inişe geçmiştik. Çamlıbel’de bizi karşılayan ikisi kadın bir erkek gönüllü bize tarhana çorbası içip içmeyeceğimizi sordu. Ben bundan sonraki kontrol noktasında erişte yiyeceğim dedim. Erişte de burada deyince, gelen nefis ev yapımı tarhananın yanında ev yapımı erişteyi de götürdüm. Bunları bize yapan teyzeye adını sordum. 'Gülşen' dedi. Ellerine kollarına sağlık Gülşen Teyzem.

Ömrüm boyunca insanları ve onun doğasını anlamaya çalıştım, çalışıyorum. Artık yaş itibarı ile canım Anadolu insanı ile hödük Anadolu insanı arasındaki farkı çok iyi biliyorum. Daha önce 53 km'de dört koşucu  işaretleri göremediğimiz için yolu şaşırdığımızda karşılaştığımız yarış yön işaret tabelasını yerinde sökmüş ve işaret şeritlerini toplamış adama. 'neden söktün onları?' dediğimizde, ‘benim tarlamdan geçemezsiniz’ demişti.  Bu da Anadolu insanı işte. Gülşen Teyze iyi ve o işaretleri söken yurdum insanı kötü.

Çamlıbel’den ayrıldıktan sonra uzun süre asfaltta koşacaktık. Arabayla yanımızdan geçen Polat  Dede’den bizi Kavurmacılar’a kadar atmasını söyledim. 'Tabi ki hocam' dedi ama basıp gitti. Kavurmacılar'a vardığımızda güneş batmış hava kararmaya başlamıştı. Kontrol noktasında Polat Dede bizi bekliyordu. Bir varilin içinde ateş yakmışlardı. Polat Dede karşı tepeleri göstermek istedi ama ben o yöne bakmadım. Zor olacağını biliyordum. Mental bariyere gerek yoktu. Kontrol noktasındaki görevlilerin ve fotoğrafçıların gazları arasında sallandık. Çok dik bir inişte çiş molası verdik. Bir süre sonra arkadan gelen koşucu bir tırmanışta bizi yakaladı. Sırt çantasından kafa lambasını çıkarmamı rica etti. Çıkardım o da benim kafa lambamı çıkardı, bu sırada Harun arayı açmış ve gözden kaybolmuştu. Kafa lambasını çıkardığım koşucu da öne geçmişti. Artık uzun süre yalnız kalacaktım. Bir şelalenin önünden geçip Beyoba Kontrol Noktası’na geldim. Atıl (Ulaş) bu noktaya transfer olmuştu. Sadece su içip, teşekkür edip ayrıldım. Ben çıkarken lambasını çantasından çıkardığım koşucu gelmişti.

Beyoba’dan sonra sanırım mental kırılma noktası gerçekleşti. Kopmuştum. Kebab kokuları arasında bir köy ya da kasabadan geçtim. Çocuk sesleri ortalığa yayılıyordu. Önümde asfalta hareket eden ışığın Harun olduğunu anladım, asfalttan sağa zeytinlikler arasına koşmaya başladı. İlk o an defa ayın dolunaya yakın olduğunu fark ettim. Harun’u yakaladığımda ‘sen devam et hocam’ dedi. Kendimi çok güçlü hissediyordum. Yardırdım. Bu tempoda koşabilmek için sırt çantamdan aldığım Apitera balın boşalan tüpünü cebime koymaya çalışırken düştüm. Her düşüşte olduğu gibi ana avrat küfrettim. Dizim dört noktadan yaralanmış, avuçlarım yanıyordu. Kalktım. Artık kimse beni durduramazdı. Polat Dede ile gene karşılaştık kaç km kaldı diye sordum ‘üç buçuk’ dedi. Arkadan gelen olup olmadığını sorduğunda ‘Harun var’ dedim. Oteller arasından geçerek bitiş noktasına yaklaşıyordum. Gönüllüler yolun yönünü söylediler. Bitişe giden ana yola girmiştim. Burada beni kamerası ile Bilal Gül karşıladı. Bitişe kadar benimle koştu da. Teşekkürler.

Yarım kalan şeyleri tamamlamak beynimize büyük bir iyiliktir.  Beyin yarım kalan işleri ve bilinmezleri sevmez.

Karanlıkta neon ışıkları arasında tanrıçaların en güzel kadını Afrodit’in bildiğim en güzel tasviri Milo Venüs’ü bütün çekiciliği ile bana gülümsüyordu, ona doğru koştum o da olmayan kollarını açarak  bana sarıldı, koşu bitmişti.

Yarışın Strava kaydı



Milo de Venüs
Foto Wikipedia

16 Ekim 2017 Pazartesi

Modern Zamanlar Facebook ve Ebemizin Kılları



Kendimle ve hayatla ilgili İngilizce "crystal clear" denilen "kristal kadar berrak" düşüncelerim var, ki bunlardan en önemlisi bütün canlılar için dünyanın ve yaşamın zaman zaman adaletsiz bir yer olduğu; her gün gördüğüm, ezilmiş, kan içinde ya da çürümeye bile fırsat bulamadan üzerinden geçen araçlar yüzünden sadece yere serilmiş bir post gibi derileri kalmış, yer ile yeksan olmuş, yavru, yetişkin kediler ve bil cümle mahlukat cesedi, bu kirli, acımasız dünyanın en çarpıcı görüntülerini oluşturuyor benim için ya da her biri, birer adaletsizlik, haksızlık ve acı anıtı...

Facebook, instegram vs. sosyal medya araçları artık birer "davranışsal bağımlılığa" dönüşmüş durumda. Herkes meşrebince burada paylaştıkları ile rahatlıyor, dünyayı değiştireceğini sanıyor. Artık ilizyonun, sanal olanın, gerçek olduğuna inanılan bir modern zamanların tam ortasındayız.

Ebemizin kılları,
Bursa kent meydanında sergilenen modelini bilmediğim, Amerikalıların takıntılı büyüklük tutkularının bir ürünü olan dev yapılı Ford marka, arkasında açık kasası bulunan arazi aracının etrafında dolanan,  orasına burasına tırmanan, önüne geçip yapay bir sert erkek duruşu ile fotoğraf çekilen, gelir grubunun en altlarından gelen çoğunluğu yeni yetme erkeklerini görünce ebemizin vücudlarında kas ve yağ dokusu azaldığı için belirginleşen kılları aklıma geldi.

Hayatta herkes zaman zaman onu anlamak, ona bir anlam katmak için acı içinde mücadele eder, eğer hiçbir şeyin farkında değilseniz, erişemeyeceğiniz bir yanılsama için aptalca ama fark edemediğiniz bir davranış biçiminin içinde sistemin bir kölesi olursunuz.

Modern çağlarda kölelerin prangaları da artık görünmez olmuştur,  sistemin, gücü elinde bulunduranların en büyük maharetleri de bunların olmadığına sizi inandırmış olmalarıdır.

12 Ekim 2017 Perşembe

Küçük Olmanın Gücü

29 Temmuz 1588 yılında sayıca çok daha az ve küçük olan İngiliz donanması "Atlantik Okyanusu benden sorulur. " diyen İspanyol donanması şanlı  Armada'sını geri dönülmez bir şekilde yenmiştir.* 

Eğer bu savaş olmasaydı ihtimal bugün ABD ve Kanada'da çoğunluğun İspanyolca konuştuğu ülkeler olacaktı.
İngiliz uyanıklığı ve gemilerinin küçük ve hareket kabiliyetinin yüksekliği bu savaşın kazanılmasını sağlayacaktır. O zamanlar bütün gemiler ahşap olduğu için İngiliz donanma komutanları Lord Charles Howard ve Sir Francis Drake  küçük ve çevik  gemilerinin bazılarını yaktırarak Armada'nın üzerine göndermiş ve rüzgarın da yardımı ile Armada birçok gemisini kaybetmiştir, doğal olarak savaşı ve Atlantik Okyonusunu da kaybetmiştir İspanyollar.  O günden sonra Atlantik bir İngiliz Gölü olacaktır.  Güç artık Anglo Saksonlar'ın eline geçmiştir. Günümüz dünyasına şekil veren önemli tarihsel bir olaydır.

İkinci hikayemiz David ile Golliat.* 
Bugünkü İsrail topraklarında geçen ilginç bir hikayedir. Filistinliler Girit Adasından İsrail'i işgal etmek için gelmiştir ama iki ordu coğrafi yapı yüzünden bir vadiye iki ordu da girememektedir. Çünkü o vadiye girmek iki ordu için de ölüm demektir. İki ordu komutanı da bu durumda her iki ordudan bir askerin düello yapmasını kararlaştırır.  Filistin tarafından Golliat seçilir. Golliat incil metinletine göre 2.10 m.'lik bir devdir. İsrail tarafından hiçbir asker karşısına çıkmak istemez. İçlerinden Sadece bir çoban olan David (Davut) öne çıkar: " ben dövüşürüm" der. Nasıl yapacağını sorduklarında "bana güvenin ben sürümü nasıl hırsızlardan ve kurtlardan koruduysam onu da yeneceğim" der. Sadece sapanı ve bir asası vardır.  Başka seçenek de yoktur, kabul edilir. David vadiye doğru inerken  zırhları ve tam donanımlı silahları ile Golliat onunla alay edecektir. David yeterince yaklaştığında sapanını çıkarır ve Golliat'ın tam alnının ortasından vurur. Golliat yıkılır, David yanına gider ve onu öldürür. Filistin ordusu yenilgiyi kabul eder. David bir tek alanda uzmandır bu da sapan kullanmaktır. ( bu sapan çocukluğumuzda kullandığımız sapan gibi değildir, Filistin direnişinde gördüğümüz hızla döndürülerek taş fırlatan sapandır.) Bölgede bulunan taşların yapısı ve David'in ustalığı sapan taşını ölümcül bir silaha dönüştürmüştür. 

Biliyorum bazen büyük güçler karşısında kendimizi yetersiz görüp bırakırız oysa büyüklük, aşırı özgüven ve hantallık,  küçüklük çeviklik demektir. 

Yapmamız gereken, kendimizi en azından bir alanda iyi yetiştirmek. Gücümüz küçüklüğümüzde çünkü!

*http://www.history.com/this-day-in-history/spanish-armada-defeated

*David ve Goliat Hikayesini Outliers, Blink, David Ve Goliat kitaplarının yazarı Malcolm Gladwell;in bir TED Konuşması'nda* izlemiştim. Kendisi aynı zamanda bir koşucudur ve Outlier kitabı ile başarı için 10.000 saat pratik yapak gerektiğini literatüre geçmesine neden olan yazardır. Outliers başarının ve başarılı olmak isteyen herkesin okuması gereken bir kitaptır ve Türkçe'ye de aynı isimle çevrilmiştir. Kitabın tamamını okumak için zamanları olmayanlar bu linkten http://www.ozetkitap.com/portfolio/items/siradisi-insanlar/  kitabın özetini okuyabilirler.


*David ve Goliat'ı anlatan TED konuşması.


9 Ekim 2017 Pazartesi

Koşu Varoluş Mutluluk ve Mutsuzluk Üstüne

Ve bir gün bir amok gibi koşmaya başladım ve bütün hayatım değişti. 

Amok, Stefan Zweig'in bir kitabıdır. Malezya dilinde bir hastalıktan gelir bu kitabın adı. Amok hastası kişi koşmaya başlar ve ölünceye kadar da koşar. Ortaokul ya da lise yıllarında okuduğum ama adından ve adının bu ölümcül koşu ile ilgili olduğundan başka hiç bir şey hatırlamadığım ince bir kitaptır. 

Çocukluk ve ergenlik, bizi biz yapan en önemli iki dönemdir. Bütün hastalıklı ya da sağlıklı bireyleri, kendinizin sağlıklı ya da hastalıklı yanlarınızı anlamak istiyorsanız insanların bu iki dönemini ve döneminizi (bu sırada egonuz sizi size anlatmamak için etrafına bir çok bariyer koyacaktır, umutsuzluğa kapılmayın, kendinize karşı biraz acımasız olun) didik didik inceleyin. Birey olarak görmek, duymak istemeyeceğiniz ve sizi mutsuz edecek ya da görünce mutlu olacağınız çocukluk ve ergenlik anıları ile karşılaşırsınız.
Bu yüzden eğer anne ya da baba iseniz ve çocuklarınızın ileride daha mutlu bireyler olmasını istiyorsanız, çocukluk ve ergenlik dönemini yaşayan çocuklarınızı anlamak için uğraşın, onları bu toplumda çok yaygın olan yaftalarla nitelendirmeyin. Bir de okumalarını teşvik edin. Okumayı seven her birey, okumayana göre arızalarını daha hızlı tamir etme şansına sahiptir. ''Okumayan bir insanın okuma yazma bilmeyen bir insana göre hiçbir üstünlüğü yoktur.'' demiştir Mark Twain. Sapına kadar haklıdır.

Türkiye'de yaşıyoruz, bu ülkede yaşamak mutsuzluk ile ya da devekuşu gibi kafanızı kuma sokup gerçeklerden kaçarak yaşamak demektir. (bu kadar çalkantılı bir ülkede yaşamak sizi ya çok duyarsız hale getirir ya alkolik yapar ya da her şeye atlayan bir komplo teoricisi. Anlamak, emek ve sağlam bir karakter ister ki bu koşullarda insanın yaşamsal alanlarının özellikle düşünsel varoluşunun -''Düşünüyorum, öyleyse varım'' ''Cogito ergo sum'' Rene Decartes- tehlike altında olduğu bir toplumda yavşamadan yaşamak da çok zordur.)

PISA'nın son raporuna göre katılımcı ülkelerin çocukları arasında en mutsuz çocuklar Türkiye'dedir. Çocukları mutsuz olan bir ülkenin yetişkinlerinin mutlu olması nerede ise imkansızdır tam tersi de doğrudur, mutsuz anne ve babalar, mutsuz yetişkinlerin olduğu bir toplumda mutlu çocuk da yoktur.
(Böyle bir toplumda Mutlu Aşk (zaten) Yoktur*, Louis Aragon)

Ben de, bu ülkenin mutsuzluk endeksi yüksek insanlarından biri olarak bütün arızalarımı üç enstrüman ile çözmeye çalışıyorum; koşmak, bisiklete binmek ve kitap okumak -bazen geçici çözüm, ağrı kesici babında müzik dinlemek ve yazmak kurtarıyor. Şunu iyi biliyorum üretmiyorsan önce kendini tüketirsin!

2012 yılında 44 yaşında başladım koşuya, üç kitap benim koşu rehberimdir; Cristopher McDougall, Born to Run (Türkçe'ye Koşmak İçin diye çevrildi) Murakami'nin What I Talk When I Talk About Running ( Türkçe'ye Koşmasaydım Yazamazdım diye çevrildi:)) ve Dean Karnezes'in Ultramarathon Man (Türkçe''ye çevrilmedi) 

Koşmak önce bedeninizi değiştirir. İlk koşular sonrası bütün bacak kaslarınızın varlığını acı ile hissedersiniz. Çünkü koşu sonrası oluşan mikro kanamaların verdiği acılar (et kesilmesi) sizi bir hafta yürümekte zorlar, sonra koşu arızaları başlar. Shin Split, Pilanter Faciatis,(Topuk Dikeni)Aşil Tendiniti (şu an başımın belası) dizde oluşan  menüsküs genel adıyla bilinen yan bağlarda ve diz sıvısında oluşan problemler... Eğer kararlı bir karakteriniz yoksa koşu hevesle başlanan ve aynı hızda bırakılan bir spora dönüşür. Alınan ayakkabılar ve kıyafetler bir aksesuar olur. Koşunun en büyük etkisi kaslarınızdan çok ruhunuzda ve beyninizde yaptıklarıdır. Artık başka bir insan olmaya ya da içinizdeki  en tanımadığınız en yakın sizi tanımaya başlarsınız. Başlangıçta kendinizle, mesafeler arttıkça derin kendiniz ya da - bir yerde okumuştum- Tanrı ile konuşmaya başlarsınız.  Aslında bu biyolojik bir ürünün serotonin hormonunun verdiği bir esrime halidir ve "runner's high" (flow, akış) diye bilinir. (uyuşturucu etkisi)

Koşu benim için kendimi tekrar tekrar yıkıp onardığım bir uğraştır; tıpkı okumak gibi, tıpkı yazmak gibi... Ölmek üzere koşan bir Amok'un hayata sıkı sıkı bağlanmasını sağlayan ve bu ülkenin mutsuz insanlarından biri olmama mücadelesinin en güzel aracıdır. 

Koşmak benim için bütün varlığımı en derinlemesine hissettiğim anlardır.

"Koşuyorum öyleyse varım!"



*MUTLU AŞK YOKTUR
İnsan her şeyi elinde tutamaz hiç bir zaman 
Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini  
Ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi 
Ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi  
Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an 
Mutlu aşk yoktur 

Hayatı Bu silahsız askerlere benzer 
Bir başka kader için giyinip kuşanan 
Ne yarar var onlara sabah erken kalkmaktan 
Onlar ki akşamları aylak kararsız insan 
Söyle bunları Hayatım Ve bunca gözyaşı yeter 
Mutlu aşk yoktur 

Güzel aşkım tatlı aşkım kanayan yaram benim 
İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi 
Ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri 
Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri 
Ve hemen can verdiler iri gözlerin için 
Mutlu aşk yoktur 
Vakit çok geç artık hayatı öğrenmeye 
Yüreklerimiz birlikte ağlasın sabaha dek 
En küçük şarkı için nice mutsuzluk gerek 
Bir ürperişi nice pişmanlıkla ödemek 
Nice hıçkırık gerek bir gitar ezgisine 
Mutlu aşk yoktur 

Bir tek aşk yoktur acıya garketmesin 
Bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara 
Bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda 
Ve senden daha fazla değil vatan aşkı da 
Bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin 
Mutlu aşk yoktur ama 
Böyledir ikimizin aşkı da  
                 
Louis ARAGON      ( Türkçesi :Gertrude DURUSOY, Ahmet NECDET )

30 Eylül 2017 Cumartesi

Bir Garip Çevrecilik Yazısı

Baharla birlikte beni, duygularımı ve düşüncelerimi derinden etkileyen yoğun çiçek ve ağaç kokularının eşliğinde koşmayı daha çok seviyorum. Nereden başladığını ve nerede biteceğini asla kestiremediğim duygu ve düşüncelerle, ben ormanda, orman benim içimde dolanıp dururken mavi gökkubbenin altında, -hayatın attığı soluk mavi noktanın kalbinde-  her şeyin algılarımız olduğunu anlıyorum artık. Her şeyi anlamca büken, ona olduğundan farklı anlamlar veren algılarımızın olduğunu...

Dünyayı olduğu gibi değil, olduğumuz gibi görürüz. Eğer dünyayı ve olayları olabildiğince olduğu gibi görmek istiyorsak önce bir değer olmamız, sonra duyarlı bir kişilik geliştirip, bu kişiliğin duyarlılığını çakallara karşı korumayı öğrenmemiz gerekiyor. Yoksa bir süre sonra bu çakalların oyuncağına dönüşme tehlikesi ile karşı karşıya kalıyor, ne yapacağımızı kestiremiyor, elimiz kolumuz bağlı onların esiri oluyoruz. Aslında kural çok basit uyanık kal, güven ama hep sorgula, her şeyi, her insanı, her düşünceyi yılmadan, yorulmadan sorgula. Güçlü bir karakter ol. (Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki... şaka, şaka, kandan bir şey çıkmaz, aklını kullan!) Kuraldır, ''sikim hıyar!'' diyene ağzınızın suyu akarak tuzlukla koşarsanız, o hıyarı yersiniz.

Uzun süredir doğadaki hiçbir canlıyı düşman olarak görmüyor, yararlı-zararlı ikilemiyle boğuşmuyorum. Bu konuda hiçbir tereddüdüm yok, onlar bizden bağımsız olarak bu dünyada yaşamak için varlar, bizim için yaşamıyorlar. Benim var oluşum, hiçbir canlıya zorunlu kalmadıkça zarar vermeden yaşayabilmek üzerine kurulu. Ben derin ekoloji denilen; 'her varlık, var oluşuyla değerlidir' düşüncesine derinden bağlıyım. Diğer canlıların bana verdiği et, süt, yumurta, deri, kürk... hiçbir anlam ifade etmiyor. Biliyorum sinir sistemi olan her canlı acı çeker ve bu acıların  nitelik olarak benim çektiğim acılardan hiçbir farkı yoktur, acı acıdır. Ruhumun acı çekmemesi için de hiçbir canlının acı kaynağı olmamalıyım. En azından bundan sakınmayı öğrenmeliyim. Net.

İnsandaki şiddetin ve sevginin kökenin nereden geldiğini merak ediyorum. Sevginin kökenini anlamak çok kolay, birbirimize muhtacız ama içimizdeki bu şiddet duygusu nereden geliyor? Sanırım sevgisiz kalmak ve hep haklı olduğumuza olan aptalca inanç.

Her bahar yaşamın attığı bu biricik gezegenin mavi gök kubbesinin altında biz insanları yol yaptığı toprakların üzerinde birbirlerinin arkasına sığınmış katar katar yürüyen çam güvelerini gördüğümde yaşamın o inanılamaz gücü içimi kıpır kıpır eder benim. Gülümserim. Dün gördüklerim de öyleydi üzerlerinden sevimli bir bakışla atlarken; ''birazdan sizi düşman gören birileri ezer, katleder.'' diye de geçirdim içimden. Aynı yoldan dönüşte gördüm, soykırım gerçekleşmişti. Bütün tırtıllar ezilerek bertaraf edilmiş zafer geride ölülerini bırakmıştı. Sadece bir çamdan başka bir çama geçen bu tırtılların hepsi,  gezegenimiz bir tırtıl gibi yiyip bitiren dominant türün üyesi bir insanoğlu tarafından katledilmişti. Eminim aynı yoldan geçen başka insanlarda tırtılı çamları kelleştiren zararlı bir böcek olduklarını düşündükleri için bu durumu çok normal olarak görmüşlerdir. Bu katliama sevinen ve katliamdan arda kalanları yok edenler de olacaktır mutlaka. İnsan aptallığının sınırlarını kimse tahmin edemiyor çünkü.

Algılarımız hayata bakışımızı ne kadar çok etkilediğini bu olaydan sonra yazmak istedim. Acaba sevimli bir kelebek sürüsü oradan geçseydi bu katliam gerçekleşir miydi? Sanmam. (Bir paradoks olarak bu tırtıllar hepsi pervane dediğimiz kelebeklere dönüşecektir.)
Çam ağaçları daha yararlıdır, ekonomik ve estetiktir, havayı temizler vs. bu yüzden de onu zayıflatan tırtıl yok edilmelidir. Genel algı budur, çünkü homo ekonominikus idiyottur, ekoloji ona küfür gibi gelir, ona göre Saruman'ın Isengard'ının taş ocakları gelişmedir. Yoldur, binadır, kentsel gelişimdir...

Yaşamın milyar yıllık evriminde modern insan olarak son 20-30 bin yılında varız oysa. Bir çok tür bizden çok önce vardı ve her doğal kaynağın ekonomik olup olmadığına bakmadan, onları hayatta kalabilmek (survive) için kullandı. Bizi yöneten algılarımız ve kötü eğitimimiz (çok çok kötü, çok çok  kötüden daha da kötü, kötünün kötü olduğunu anlayamayacak kadar kötü; hatta kötünün iyi, iyinin kötü olduğunu düşünecek kadar çok ama çok kötü eğitimimiz) her türlü katliamı gerçekleştirmemizi haklı çıkarıyor.

Yaşam bir dengedir oysa; tırtıl olduğu için daha dayanıklıdır ağaç, ağaçlar var olduğu için yaşar tırtıl.
Ben koşarken doğadan öğreniyorum. Aklımda katar katar, -tırtıl katarlarına benzeyen- ardı sıra yürüyen birbirine kardeş düşünceler.

26 Eylül 2017 Salı

Bir Amerika Rüyası ve Koşmak

Great Falls Potomac Nehri üzerinde yer alan Washington DC 'ye 10-15 km uzaklıkta Virginia ile Maryland sınırını da  oluşturan bir yerde yer alır. Bir şelaledir.Afrika kıtasının Kuzey Amerika anakarasına bir dönem çarpışmasından oluşan Apalachian Dağları'ndan doğarak Atlantik okyanusuna Washington, DC'den başlayarak genişleyen bir körfezde dökülür. 

Abraham Lincoln Anıtı sırtını bu nehre vermiştir tam karşısında Capitol Building yani kongre binası vardır. -Nasıl Vatikan'da ve Roma'da hiçbir binanın yüksekliği Saint Peters Basilicası'nın boyunu geçemezse, Washington DC de de hiç bir binanın yüksekliği Amerikan parlemento binasının (Capitol Building) yüksekliğini geçemez. Demokrasi bir bakıma sembollerle de yerleşir ve güçlenir. - Lincoln, anıt binasında oturan beyaz bir mermer heykel olarak bütün vakuruyla o yöne bakar. Tarihin şüphesiz en mütevazi liderlerindendir. Onun Getysburg konuşması Amerikalılar'ın demokrasiye olan inançlarını güçlendiren inanılmaz bir hümanizm ve demokrasi konuşmasıdır da.
 
Lincoln Anıtı ile Kongre arası müzeler ve anıt parklarla doludur. Bu alan Japonlar'ın İkinci Dünya Savaş'ı sonrası hediye ettiği yaklaşık 20 bin kiraz ağacı ile donanmıştır. Baharla birlikte cherry blossom (kiraz çiçeklerinin ilk açılışı) festivali olur, festival zamanı burada yürümekte zorluk çektiğiniz bir kalabalık ve bembeyaz kiraz çiçeklerinin şiirsel gösterisi size eşlik eder. 
Thomas Jefferson anıt binasının kolonları arasında izlemektedir olup biteni, yansısı vurur önündeki havuza, FDR da oradadır, kötürüm ayakları taşımaz onu oturur...

Son beş aydır her sabah çoğunlukla iğrenç yapay bir çimde dolap beygiri gibi koşan bir koşucuyum, düzenli koşmaya da iki yıldır başladım.
Şimdi en büyük hayalim bir gün anılarımı kovalamak için Great Falls'ta bir sonbahar günü sarı, turuncu, kırmızı yaprakların hışırtısıyla ve bir ihtimal bir Nisan günü Lincoln Anıtı'ndan başlayıp kongre binasına doğru kar beyazı kiraz tomurcukları arasında koşmak.

Eğer siz de yapabileceğiniz şeyleri yapmadan ömrünüzü geçiriyorsanız ve sonra hayalleriniz oluyorsa yapamadıklarınız, yapmadıklarınız hiç durmayın herhangi bir konuda farkındalık geliştirin. Önce cahil bir hödük olduğunuzu kabul edin ve varsa etrafınızda sizden akıllı olduğunu düşündüğünüz bir şeyleri tutkuyla yapan insanları çoğaltın.

Akıl da aptallık gibi bulaşıcıdır.

Bütün Yollar ve Roma'ya Yolculuk

Yedi günlük Roma gezisinin son günün sabahında  Hintli bir gencin resepsiyonunda durduğu üçüncü sınıf bir otelin kalın perdelerine iki gün süren yüksek ateşimden çıkan terimin kokusu sinmiş içindeki eşyaların ruhumu sıktığı bir otel odasında yaklaşık on beş yıldır olduğu gibi erkenden uyandım. Otelin bulunduğu ana caddenin vızır vızır akan trafiği daha başlamamıştı. Bacaklarımda dünden kalan Roma sokaklarını arşınladığım koşunun ağrıları ve bedenimde buraya indiğimiz günden iki gün sonra başlayan ve beni anımsadığım en şiddetli hastalık nöbetiyle 2.80 uzatan, bütün kaslarımı ve akciğerlerimi yiyip bitiren gribal enfeksiyonun nekahet dönemiyle bocalarken yazıyorum. 

Çoğu zaman kendimi bir Rubik Küpü'ne hapsedilmiş bir insan olarak görüyorum. Her düşüncemle ve hareketimle daha karmaşık hale gelen bir Rubik Küpü'nün içinde. Başlangıçta bu karmaşa canımı sıkar, umutsuzluğa garg olurdum, ama artık anlıyorum ki, iyi ki bu Rubik küpünün içindeyim. Çünkü hayat bu küpün içinde başımıza gelenlere verdiğimiz tepkilerle ve yaptıklarımızdan oluşan bir süreç.
Hayatınızda siz, kendiniz de dahil, size karşı organize olmuş zorluklar yoksa iki şeyle sınanırsınız; sonsuz hedonizm ya da nihilizm.

Dün sabah Colloseum'un etrafında koşarken, binlerce insan haykırışı, hayvan çığlığı, toz, duman, kan, iktidar oyunları, krallar ve askerlerini, köleleri ve soyluları, ezenleri ve ezilenleri... hayal ettim. Oradaydılar,  bu dev yapının kirli, zamanın tanığı tuğlaları ve kolonları, kemerleri, sütunları arasına sıkışmışlardı. 
St. Peter's Bazilikası'nda yükselen ilahilerle  kavuşuyordu  insanlar tanrılarına. Sistine Şapel'in kubbesine  Michelangelo tanrının insanı yaratışını resmediyordu. Bir dokunuş, sihirli bir dokunuş ve insan... Aşağıda zamane insanlarının anlamsız uğultusu. Pantheon unutulmuş Pagan tanrılara 2000 yıldır sığınma evi olmuştu. 

William Shakespeare'den bu yana " Dünya bir sahne ve bizler de oyuncularıyız. "
Ne olduğun önemli değil, sadece oyununu güzel oyna. Dünya denilen bu sahne sana sunulmuş bir armağandır ve sen de dahil bütün insanlar seninle değil senin oyununla ilgilenirler. 
Roma'dan sonra insanın yarattığı çok az güzellik beni şaşırtacak, biliyorum. 
Gördüm. 

25 Eylül 2017 Pazartesi

Sessizlik Çocukluk ve Yurttaş Kane'nin Rosebud'ı

Bir çoban duygularını üflüyor kavalına. Sessizlik bölünüyor.

Geceleyin doğar şairler, sessizlik var oluşumuzu en derinden hissettiğimiz andır çünkü ve ancak gece tanrısal bir sessizlik sunar size. Uzak, çok uzak yıldızların ya da Ay'ın aydınlattığı bir gecede şehir ışıklarından uzak yüksek bir tepeye oturur ve uzaklara dalarsa gözleriniz, ruhunuzun size sizi fısıldayan türlü hikayelerini duyarsınız. 

Sessizliğin sesini işitmekle başlar sessizlik. 

Kentlerin, televizyonlar ve radyoların, arabaların, insanların kuru gürültüsünden sıyrılabiliyorsanız eğer; çocukluğunuzla, çocukluğunuzun anne ve babasıyla ve daha nice kahramanıyla da bağ kuruyorsunuzdur demektir.

İnsanı insanlıktan çıkarmak istiyorsanız, çocukluğu ile olan bağını koparın, masumiyetini yok edin sonra, öyle ya da böyle çocukluğunu yaşamamış insanlar çıldırır en çok, vahşileşir.

Yurttaş Kane sinema tarihinin en önemli filmlerinden birisidir. Herşeye sahip milyarder medya imparatoru son nefesinde "rosebud" (gül tomurcuğu) der. Başka bir gazeteci bu milyarderin hayatını araştırmaya başlar ve "rosebud*"'ın çocukken  kullandığı bir kızak olduğunu bulur.

Çocuklukta yaşadığımız mutluluklar, en kalıcı olanlardır, bizi en çok etkileyenlerdir. Tam tersi de doğrudur, çocukluk travmalarını atlatmak en zor olandır.

*Bazıları aslında "rosebud"'ın milyarderimizin kız arkadaşının klitorisine taktığı isim olduğunu söyler, ihtimal doğrudur. Çünkü her erkek cinsellikle biraz takıntılıdır. Frued'a göre fallik dönemde yaşadıklarımız geleceğimizi belirler, kızak simgesinin Oedipus Kompleksi'nin gölgesinde klitorise dönüşmesi de muhtemeldir.

Kendime Öğütler



Kendini ve başkalarını ciddiye almamalısın.

Bulunduğun yer sana değer katmaz; yüksekte olman büyük olduğun,  alçakta olman küçük olduğun anlamına gelmez, bulunduğun yere göre küçük ya da büyük olduğunu düşünmen aptal olduğun anlamına gelir.

Sen ne yaparsan yap, birileri seni sevmeyecek, eleştirecek, yaptıklarına burun kıvıracaktır. Doğru bildiklerini yapmaktan vazgeçmemelisin.

Saldırmayı, küçük görmeyi, öfkeyi, kötü sözleri bir tartışma enstrümanı olarak kullanmamalısın. Her kavgada, her tartışmada estetik bir duruşun, keskin bir zekan olsun.

Duyguların bazen aklın önüne geçecektir, bazen aklın duygularının önüne; duyguların ya da aklın, hangisinin öne geçtiğinin önemi yoktur, önde olduğu için aklın ya da duyguların sana doğruyu söylüyor olmayabilirler. Doğru olan ikisinin uyum içinde seni yönetebilmesidir.

Sessizlik en değerli hazinendir, kalabalıklar kirletir insanı, zaman zaman  inzivaya çekilip kendini temizlemeyi öğrenmelisin.

Politikacılar, din tüccarları, demogoglar, ikiyüzlü insanlar, aç gözlüler, sevgisizler, ben merkezciler, ben haklıyımcılar, güç tutkunları, embesiller aptallar, kan içiciler, silah tüccarları ve hatta bizzat kendi duyguların seni bir buldozer gibi ezebilir düşüncelerini değersizleştirebilir, böyle anlarda kaçacağın, kendini tamir edeceğin kitapları oku, dev sanat eserlerine bak, bir heykeli incele, bir tabloyu seyret, dinlemekten bıkmadığın müzikleri dinle, ruhunu başka türlü arındırmazsın.

Her zaman haklı, her zaman akıllı, her zaman aptal, her zaman mutlu, her zaman seven-sevilen olamazsın...
Kendinle barış! 
Sık sık birilerine, bir şeylere aşık ol, sevginin en saf halini başka türlü öğrenemezsin.

Kurban Kültürü

Kurban Kültürü

Amerika'da bir kilisenin beleş İngilizce konuşma kursuna giderken, 79 İran devriminde büyük olasılık mollaların karşı tarafında yer alan bir amca ile aynı sınıfı paylaşıyorduk, bir gün giydiğim kısa pantlon için bana kızmış ve Müslümanlığıma vurgu yaparak, kırık İngilizcesi ile "aslımı unutmamamı" söylemişti. Bunu bir klisede söylemesi başka bir ironiydi, ama olsun. 

İran'ın neden bu durumda olduğunu sorduğumda; hazır olun, bunlar "Batı'nın oyunlarıydı" ona göre ve Mollalar Londra'da Hyde Park yakınlarında eğitilmişti.

Bu topraklarda ve Doğu kültürünün değişmez komplocularına göre; memleketin, ekonomik,  kültürel hatta doğal afetlerinin, salgın hastalıklarının hepsinin kökeni batıdır. Bu tür komplo teorileri ya da var olan sıkıntıların "dış mihraklar" tarafından yapıldığı düşüncesi her toplumda her bireyde azınlık düzeyinde vardır. Bizdeki sıkıntı ideolojik bir şemsiye altında düşünen sağcısı ve solcusu ile çoğunluk olarak buna olan eğilimimiz.  Siyaset erkinin bunu ve bu korkuyu kullanarak daha da güçlenmesi ve acımasızlaşması da bu "komplo teorisi" algısının bir sonucu.

Aslında "komplo teorilerine" insanların inanması,  bireyin kendini güvende hissetmesi ve rahatlatması için pek sorun değil ama bunun toplumsal bir nosyona, bir retoriğe, bir norma dönüşmesi gerçek bir sıkıntı.

Bir gün arkadaşımın peşinden gittiğim memur takımının takıldığı bir kahvede kağıt oynayan bir amca, bağırmaktan pancar gibi olmuş suratıyla; "bak beni bağırtıyorsun!" diye bütün kahvenin ilgisini çekecek kadar bağırıyordu. Bağırmıyor, bağırtılıyordu.

Kurban kültürü ile tanışın.

Özgürlük bir sorumluluk işidir, birey olmak da. Buna atfen klasik bir söylem vardır. Uzun yıllar özgür olmamış seçme özgürlüğü verilen toplumlar, ilk seçimlerini özgürlüklerini ellerinden alacak siyasal seçimler yönünde yaparlar. Tutsaklığa alışan insanlar geri dönmek için suç işlerler. 

Kurban kültürü bireye en çok zarar veren, sonucunda da bir toplumu ele geçiren bir hastalıktır. Kendini kurban olarak görmek sorumluluktan kaçmamızı sağlar ve kişiyi, atıl, hareketsiz ve uyuşuk bir işe yaramaz hale getirir. Bir süre sonra her inanç, her düşünce gibi bu eylem halini alır. Birey herşeyi ile başına gelen iyi ya da kötü olayları artık dışardan bir güce, bir otoriteye bağlar. Birey kendini hiçleştirmiştir. Arabesk kültür buradan beslenir; "batsın bu dünya..bitsin bu rüya..."

Ben de yıllarca kendimi bir kurban olarak gördüm. Kötü okullarda okumuş, berbat bir ülkede dünyaya gelmiştim, liste uzar...

Kendimi bir kurban, bir dramın parçası olarak görmek ve bunun kaynağını dışarda aramak hiçbir şeyi iyileştirmedi ama herşeyi bir süreliğine de olsa kötüleştirdi.

Kurban olmadığınızı, hayatın iyi ve kötü, güzel ve çirkin, bazen adil bazen de adil olmayan bir akışı olduğumu öğrenin. 

Değişime kendinizden başlayın!

24 Eylül 2017 Pazar

Nif'te Yalnız Bir Dağ Yürüyüşü

BAŞLANGIÇ

Sabah kalktığımda karanlıktı. 

Uzun süredir kışın ve hastalığın da etkisiyle miskin bir kedi gibi evden dışarı çıkmak istemiyor, koşmuyor, yürümüyordum bile. Aldığım günden beri bir türlü sevemediğim yürüyüş botlarımı çıkardım dolaptan. 

GELİŞME

Kaynaklar Köyü'ne geldiğimde saat 8:30 sularıydı. Uyuz bir it gibi köy kahvesinin sobasının başında siftindim. Yürüyüşe başladığımda saat 9:30 olmuştu. Sadece ben vardım yollarda. Tekçam'a geldiğimde ayakkabıların vuracağını anladım, ayaklarımı bantladım. Yol boyunca fotojenik manzara ve nesneler aradım. Yerde kar kalıntılarının oluşturduğu mükemmel küreleri görünce onları fotoğrafladım. Bu sırada ateş yakmış insanları gördüm, beni fark etmediler, fark da edilmek istemiyordum, kuyruğunu iki bacak arasına sıkıştırmış korkak bir sokak köpeği gibi yanlarından geçtim. Yaktıkları ateşten çıkan duman kokusu aldı beni çocukluğuma götürdü, en güzel anılarıma. Patikaya girdiğimde uzaktan bir köpeğin ulumasını duydum. 

Ormanda yürümek açıklıkta yürümekten her zaman daha korku verici ve daha da yalnızlaştırıcıdır; örneğin düz açık bir alanda asla korkuyu, ürpertiyi hissetmezsin, dönüp bakmazsın arkana ama ormanda her ses senin dikkatini çeker. (Hatta bu gün yüksekte olduğum için oldukça uzakta oluşan kendi gölgemi bir başka canlı sandım.) 

Her yalnız yapılan yolculuk, ruhanidir bir bakıma. Yalnızlıklarıyla yol hikayesi olmayan insanlar kendilerini tanımakta güçlük çekerler. Dağ yürüyüşlerimde çoğunlukla yalnızımdır. İnsanların kendilerini korkularıyla yönetmesi çok anlamlı gelmiyor bana, yönetilmesi gereken bir şey varsa o da korkularımızdır.  Kime söylesem -ki bu yazıyı okuyan siz de belki aynı şeyi düşüneceksiniz- yalnız gitmesen iyi olur, bir şey olursa yapayalnız ne yaparsın? 
Yürüdüğüm patika Nif'e çıkan en güzel yollardan biri ama pek kullanılmıyor nedense ya da dağcılık kulüpleri bilmiyor.
Nif Kulübe'nin hemen altında yer alan çeşmede durdum. Çeşmenin ağaç gövdesinden yapılmış yalağı toprak dolmuştu, hayvanların su içebileceğini düşünerek temizledim. (Yalnızlık sizi ya melek yapar ya da şeytan, ki aslında şeytan da bir melektir.) Ben melek olmayı seçmiştim.
Sesimi duyan köpek uzaklardan tekrar uludu.

SONUÇ

Nif Zirve'ye doğru yürüdüm, yalnızlığım ve benden başka kimsecikler yoktu. İki kişiydik.

Evraka Ve Anlam

Hayatlarımız çoğu zaman "evraka" anlarıyla bir anlam bulur kendine.

Mustafa Kemal'in Çanakkale Savaşı sırasında yakınında patlayan bir bombadan kopan şarapnel parçasının sol göğsünde taşıdığı saate isabet etmesi sonucu ölümden döndüğünü birçoğumuz biliriz.
Bu olaydan sonra Mustafa Kemal seçildiğine, bir güç tarafından korunduğuna inandığını bir belgeselde izlemiştim. Etrafında o günleri yaşayan insanlar bu olaydan sonra Mustafa Kemal'in vızır vızır uçan kurşunlar arasında dimdik, korkusuzca savaşı komuta ettiğini anlatırlar.
Evraka anıdır aslında bu, büyük bir lider yaratmıştır.
 
Karayılan Maraş'ta Fransızlara karşı Savaşan pısırık korkak bir gençtir. Korkarak gizlendiği siperin bir köşesinden küçük bir delikten küçük bir kara yılan başını uzatır ve tam o an bir kurşun gelir ve karayılanın kellesini uçurur.
"Eğer küçük ininde küçük karayılanı buluyorsa kör bir kurşunla ölüm ondan kaçmamın çaresi yok" der. İşte o an Karayılan,  Karayılan  olur.  Artık o pısırık oğlan düşmana ölüm kusturan bir kahramandır.
Bir yılan ve bir kurşun yaratmıştır "evraka" anını.

Hayat sen hazır olduğunda sana yardıma koşar. Yoksa hamamın içinde hapsolur kalırsın. 

Paulo Coelho'nun Simyacı kitabı o anı "evraka" anını kaçırdığımız an uzun bir yolculuğa çıkmamız gerektiğini anlatır. Yolculukta vardığımız yer aslında yolculuğa başladığımız yerdir. Yaşam onu anlayanlar için bir paradokstur, M.C. Escher'in karıncaları çizdiği bir paradoks resmi gibidir.
M.C Escher'in Karıncaları


Birçoğumuzun asla fark edemediği ve tamamlayamadan göçüp gittiği, başında, ortasında ya da sonunda kısa bir evresini yaşadığı bir paradoks.

Gnothi Seauton Yunanca "Kendini Bil" aforizmasıdır ve bir zamanlar Delhi'deki Apollon Tapınağı'nın girişime altın harflerle yazılıymış.

Ne diyelim bu kafayla çok zor ama; 
"Carpe Diem!" ''günü yakala!''