20 Nisan 2016 Çarşamba

2016 İznik Ultra 130K Yarış Raporu


                           
                                              Fotoğraf: Jordi Saragossa

‘’Troya savaşı biteli on yıla yaklaştığı halde İthaka Kralı Odysseus ülkesine dönmemiştir. Çünkü yıllardır bir adada tutukludur. Tanrılar, sonunda onun yurduna dönmesine izin verirler. Odesseia Destanı, Odysseus’un on iki gemisiyle ve yoldaşları ile yola çıkmasıyla başlayan ve üç yıl denizlerde sürünüp, bin bir tehlikeyi atlatmasından sonra ülkesine dönmesinin hikayesidir.’’
                                                         Odesseia , Homeros, Arka Kapak yazısından

Yaklaşık 44 yıldır var olduğum toplumun, aldığım eğitimin, algı kapasitemin, modern tanrılar; TV, internet ve medyanın etkisi altında  bir adada hapsedilmiş bir tutsaktım. Ve bir gün bisiklet sürmeye, koşmaya, macera dolu bir özgürlük yolculuğuna başladım. Bu yolculuk haz ve acılarım-sevinç ve mutluluklarımla devam ediyor. Biliyorum, her zaman özgürlüklerimi kısıtlayan birşeyler olacak ancak öldüğüm gün saf özgürlüğe kavuşacağım, ama yolculuk ve yol hikayelerim beni her geçen gün biraz daha olgunlaştırıp özgür olma düşüncesine yaklaştıracak. Aşağıdaki yazı dört yıl önce başlayan bu serüven dolu yolculuğumun en son bölümüdür...


 Ayaklarım şişmiş, iki ayak tabanım madeni 1 lira büyüklüğünde kabarmış ve patlamış, her ikisi de yarım kalmış birer ayak mumyasını anımsatan sargı bezlerinin içinde, zemberekli bir saatin çıkardığı saniye vuruşlarına benzeyen acı zonklamaları ile sızlarken, güneşin bizi yakan ama İznik Gölü’nün İznik çinilerine ilham veren turkuaz rengini ve dağların bahara durmuş zümrüt yeşilini ortaya çıkaran ışığı altında, zeytin bahçelerini yararak geçen asfalt yolda arabanın motorunun ve lastiklerinin yola sürtünmesinden çıkan sesleri eşliğinde İznik’ten, artık çok kötü, sıradan, bayağı, alelade  bir kocayla yaşamaya mahkum Amazon kraliçesi Smyrne’den adını alan ama halen çok güzel, işveli, cazibeli, o eskide kalan günlerinin muhteşem güzelliğini taşıyan bir kadına benzeyen İzmir’e doğru dönüş yolculuğuna başlayalı yaklaşık yarım saat olmuştu.

Eşim ile konuşurken İznik Ultra 50 km parkurunda kendini motive etmek için İngilizce’sini söylediği; “If you are  going through  hell, keep going’’ Winston Churcill (Eğer cehennemi yaşıyorsanız, (yaşamaya) devam edin...) ve benim de mottolarımdan biri olan ‘’Keep calm and carry on!’’ (sakin ol ve devam et) duyduğumda tamam dedim, yarış raporuma bu cümlelerle başlayacağım, kanımca ultra koşuları bu iki cümle çok iyi anlatıyor.

‘İthaka'ya doğru yola çıktığın zaman,
Dile ki uzun sürsün yolculuğun,
Serüven dolu, bilgi dolu olsun.
Ne Lestrigonlardan kork,
Ne Kikloplardan, ne de öfkeli Poseidon'dan.
Bunların hiçbiri çıkmaz karşına,
Düşlerin yüceyse, gövdeni ve ruhunu
İnce bir heyecan sarmışsa eğer.
Ne Lestrigonlara rastlarsın,
Ne Kikloplara, ne azgın Poseidon'a,
Onları sen kendi ruhunda taşımadıkça,
Kendi ruhun onları dikmedikçe karşına.’

İthaka, Kavafis (Çeviri: Cevat Çapan)


Fotoğraf: Soner Sarıhan

Serin bir İznik gece yarısı toplam 64 kişi, başlangıç takının altında reflektörlü yelekleri ve kafa lambaları ile hazır, sert doğa koşullarında 3225 m yükselti kazanımlı 137 km’lik İznik Ultra koşusunun başlangıç duyurusunu bekliyordu.

...3...2...1!!!

Bizleri destekleyen yakınlarımız ve seyircilerin alkışları arasında bir yaz yağmurunun iri damlalarının teneke kaplı çatılara düşmesi sonucu çıkan sesleri anımsatan ayak sesleri arasında başlayan koşu ile  birazdan İznik’in kadim zamanlardan günümüze kalmış, yıkık dökük surlarının  kapılarından birinden çıkıp, Dikilitaş İstasyonu’na doğru koşmaya başlamıştık. Geçen seneye göre biraz yorgundum, gene dinlenememiştim ve  bedenim koşmak istemiyor, bacaklarım isteksizdi. Bildiğim, ısındıklarında her şeyin normalleşeceğiydi, bu yüzden de çok da endişeli değildim.

Dikilitaş’a kadar normal bir tempo ile koşup istasyonun ikram bölümüne  uğramadan geçtim. Önümde, siluetlerinden onlar olduğunu anladığım Faruk (Kar) ve Aykut (Çelikbaş) koşuyorlardı. Ben yalnızdım kulağımda bu koşu için hazırladığım müziklerin sesi vardı. Boyalıcı’ya kadar olan bölümde anımsadığım Alper ve Elena çiftini geçtiğim birkaç koşucunun da beni geçtiği. Boyalıca istasyonundan sadece su alıp ayrıldım. Geçen yıl koşarak yarısına kadar çıktığım, sonrasında da bana büyük quads acıları çektiren Boyalıca tırmanışı öncesinden yürümeye başladım. Bu bölümü çıkarken Alper ve Elena çifti selamlaşarak, İzmir’den Soner Abi (Ulutan) ‘n’aber İzmirli?’ diyerek bir kaç koşucu ile beraber  beni geçtiler.

Unutulmaz anılarınız olsun istiyorsanız acı çekin ya da mutlu olun. Boyalıca tırmanışının inişinde, geçen sene quads kramplarının girerek bacaklarımı yürüyemez hale getiren su birikintisinin yanına geldiğimde her şeyi bir sene geçmesine rağmen çok net anımsadım, aynı şeyi mutluluk olarak gene hemen hemen aynı saatlerde geçen sene de duyduğum sarı gerdan kuşunun ötüşü ile de yaşayacaktım.

Boyalıca tırmanışı sonrası başlayan hafif diklite bir yokuşta büyük ihtimal köylülerin tarlalarını gübrelemek için kullandıkları tavuk gübresi döküntülerinden yükselen koku beni inanılmaz rahatsız etti, bu parkurun en sevmediğim yanı zeytinliklerde kullanılan bu tavuk gübresinden yükselen koku.  

Ilıca istasyonu öncesi küçük bir sapma ile istasyona farklı bir yerden girdim ve o bölümün işaretlemesinde sıkıntı olduğunu düşünüp istasyondaki gönüllüleri bilgilendirdim ama çıkışta yanlış yerden geldiğimi anladım. Alper ve Elena çifti ben çıkarken istasyona giriyordu. Sonrasında Alper tek başına beni geçecek ve Narlıca’ya kadar Elana ile zaman zaman karşılaşacaktık.

Dile ki uzun sürsün yolun. 
Nice yaz sabahları olsun, 
Eşsiz bir sevinç ve mutluluk içinde 
Önceden hiç görmediğin limanlara girdiğin! 
Durup Fenike'nin çarşılarında 
Eşi benzeri olmayan mallar al, 
Sedefle mercan, abanozla kehribar, 
Ve her türlü baş döndürücü kokular; 
Bu baş döndürücü kokulardan al alabildiğin kadar; 
Nice Mısır şehirlerine uğra, 
Ne öğrenebilirsen öğrenmeye bak bilgelerinden. 

İthaka, Kavafis (Çeviri: Cevat Çapan)

Gecenin karanlığında bir köy mezarlığının yanından tek başıma geçerken ürperdiğimi anımsıyorum. Ölümün sevimsiz yüzünü gece karanlığında sessiz bir mezarlık kadar iyi ne anlatabilir ki? Bir de bir mezarın üzerinde kafa lambanızın ışığıyla birden beliriveren iki tane parlak göz ile göz göze geliyorsanız ürperti en üst düzeye çıkar.

Drop bag’lerimizi alabileceğimiz 55 km’deki Örnekköy İstasyonu öncesinde Homeros’tan bu günlere bu topraklarda ‘gül parmaklı şafak’ ile  yükselen güneşi görmeye başladığım sıralarda, ben -daha sonra tanışacağım- İngiliz Tom, ve bizden Servet (Çataltepe) ve yolu şaşıran İhsan (Şal) ile ardarda istasyona giriyorduk.

Burada sevgili Mert (Derman) eşi Başak ve diğer gönüllüler güler yüzleri ile bizleri karşılamışlar, suluklarımızı doldurmuşlar, çorbalarımızı sunmuşlar, eksikliklerimizi tamamlamışlardı. Mert durumumuzu sorduktan sonra; ‘sizin yerinizde olmak istiyorum’ dedi ‘ben de sizin yerinizde olmak istiyorum’ dedim ve evlilik benzetmesi yaptım ‘dışardakiler içeri girmek, içerdekiler de dışarı çıkmak istiyor’  o da, ‘kıvırcık saçlılar düz saçlı, düz saçlıların kıvırcık olmak istemesine benziyor’ dedi ama ben gerçekten o an kafamda koşuyu bitireceğim diye kurgulamamış olsaydım, orada koşuyu bırakırdım.

Bir istasyonda daha önceden tanıdığınız birisi varsa ve o kişinin koştuğunu biliyorsanız  o an  moral motivasyonunuz kesinlikle artıyor ve güçleniyor. Bırakma fikri yok oluyor.
Bu istasyonda ayakkabılarımı ve çoraplarımı değiştirip reflektör yeleğimi ve kafa lambamı sırt çantama koyduktan sonra ayrıldım. Önümde Servet (Çataltepe), Veysel (Çetiner), İhsan (Şal) ve Elena vardı. İhsan (Şal) halen şaşırdığı yerdeki moral bozukluğu ile koşuyordu, ‘Abi onu artık unut’ dedim ve asfalt yola çıkmadan onu geçtim. Bir yerde İngiliz Tom ile tanışıp beraberce Sölöz’e kadar koşacaktık. Bu ikinci 100K üzeri koşusuymuş ve Ürdün’de çalışan bir İngilizce öğretmeniymiş. Neden koştuğunu sorduğumda ‘alkol ve sigara sorunu yüzünden’ olduğunu söyledi. Geçen sene daha gür akan Sölöz deresinde bu sene su daha azdı ama gene balıklar vardı ve  bir balık bizden kaçarken neredeyse karaya vuruyordu.

Sölöz’e vardığımızda Elena, Mustafa (Üçbilek) ve Veysel (Çetiner) ile karşılaştık. Veysel’e, ondan düştüğünü anladığım ve aldığım ağrı kesicisini verdim. Bir tüp balın da geride kaldığını söyledim, onu almamıştım ama o bal onun için önemliymiş içinde bazı destekleyicler varmış. Bilseydim alırdım dedim. Tom ve ben ayrıldık, ileride Veysel yolu şaşırmış geri dönüyodu. Tom, Veysel ve ben beraberce, geçen sene beni Boyalıca tırmanışından sonra ikinci defa bitiren ve yarışı bırakmanın eşiğine getiren yokuşu yavaş yavaş tırmanmaya başlamıştık.


Hiç aklından çıkarma İthaka'yı. 
Oraya varmak senin başlıca yazgın. 
Ama yolculuğu tez bitirmeye kalkma sakın. 
Varsın yıllarca sürsün, daha iyi; 
Sonunda kocamış biri olarak demir at adana, 
Yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin, 
İthaka'nın sana zenginlik vermesini ummadan. 
Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka. 
O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın. 
Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka. 

İthaka, Kavafis (Çeviri: Cevat Çapan)

Sol yanımızda zeytinliklerin hemen bitiminden başlayan turkuaz göl, sağımızda zümrüt yeşili orman ve bu ormandan yükselen çiçek kokuları arasında  Orman Genel Müdürlüğü’nün  bir aracı ve yolları düzelten greyder bizi toza dumana katarak geçti. Her adımda geçen seneyi anımsıyordum... Tom ayrıldıktan sonra uzun süre yalnız yürüyecektim, yolda Gürsel’i (Demircan) görecektim, kramptan zorlukla yürüyordu, bir ihtiyacı olup olmadığını sordum, teşekkür etti ve ben onu geride bırakarak ormanın içinde kıvrılarak giden yolda gözden kayboldum. Birkaç defa karşılaştığım kurumuş yapraklar üzerinde hızlıca kaçan kelerlerin çıkardığı sesler, bana sessizlikte ürpertiyle eşlik ediyordu. İnişe geçtiğim noktada geçen yıl Noyan (Kıran) ve Umut (Uğraş) karşılaştığımız noktayı tahmin etmeye çalıştım, sonrasında da zaten onlarla sanki tekrar koşuyormuşçasına beraberce Narlıca’ya kadar inecektim.

Narlıca’ya yaklaşırken Mustafa (Üçbilek) ile beraber koşacaktık. Köyün içinde çocuklar bizi gülerek karşıladılar ve bir pazar yerini geçerek Narlıca’ya 12:00 sularında vardık. Geçen yıl burada 50K koşucuları olduğu için daha çok destekleyen, alkışlayan vardı. Bu yıl onlar bir buçuk saat önce başladıkları için onlarla karşılaşmamıştım.

                            
                                                 Fotoğraf: Murat Akkaya

Ultra koşularda siz koşarsınız ama sizi bir sonraki istasyona kadar taşıyacak olan ayrıldığınız istasyondaki gönüllülerdir, eğer bir de  istasyondaki gönüllüleri daha önceden tanıyorsanız, onların üzerinizdeki pozitif etkisi ikiye katlanır. Narlıca’da İzmir’den  tanıdığım dünyanın en güzel sporcu kargaları Mavi Karga Kulübü’nün gönüllüleri vardı. Noyan (Kıran), eşi ve kızı, Kutluhan (Özkunt) ve Çağın (İpekoğlu) ve birebir tanışmadığım diğer arkadaşları bize süper bir servis hazırlamışlardı. Aralarında İstanbul’dan Murat Akkaya’da vardı. Onların ince davranışları ile ben hayatımın en güzel boyozunu ve irmik helvasını (lokma eksikti ama olsunJ) İzmir’den 425 km uzakta Narlıca’da yiyecektim. Daha önceki istasyonlarda olmayan peynire resmen aşermiştim, İzmir tulumu değildi ama bu istasyonda  peynir vardı. İçtiğim çorba ve bolca yediğim boyoz, peynir ve diğer yiyeceklerden sonra sevinçten olsa gerek Kutluhan’a sarılıp, Çağın’a da bir Star Wars fanı olarak ve onun da Cosmos’da gezen bir ruh olduğunu düşündüğüm için ‘may the force be with you!’ (güç seninle olsun) diye bağırarak ayrılacaktım. Sonradan aklıma geldi; ‘12 saattir koşuyorsun ve leş gibisin, Kutluhan’a sarılmazsan olmaz mıydı?’ Koktuysam özür Kutluhan. Teşekkürler Mavi Karga, ‘on numara beş yıldız!’ bir servis vardı.

                            
                                        Fotoğraf: Cem Gaygusuz

Engin Geçtan İnsan Olmak kitabında şöyle bir şeyler yazar; ‘modern insanın en büyük problemi kentleşmedir, insan doğada evrilmiş ona göre bedensel ve psikolojik dürtüler, güdüler ve savunma mekanizmaları geliştirmiştir ama kentlerde yaşamak zorundadır’ Bu sözleri okuduğum günden beri en zorlu anlarımı doğanın sağaltıcı ortamında yürüyerek, koşarak ya da bisiklete binerek aşmaya çalışırım.

Narlıca sonrası köyün içinden zeytinliklerin arasına, oradan da bir tırmanış sonrası tekrar zeytinlikler ve sonrasında bir çok koşucunun ‘bu da ne ya?’dediği bölüme girdim. Hemen arkamdan Mustafa (Üçbilek) geliyordu. O ‘ben Elena’yı bekleyeyim’ dedi, ben ayrıldım. Sonrasında ilk inişin bittiği ve ikinci tırmanışın başladığı yerde beni tekrar yakalayacaktı. İkinci tırmanışın hemen başında bizim de yolu şaşırdığımız bölümde çok hızlı gelen bir sporcuyu uyardık ve bizim önümüze geçip koşarak bir yokuşu çıktı. Bu ilk gördüğümüz 80K koşucusu idi. Sonradan adını öğrendiğim Hasan Öztürk eğer böyle devam ederse ultranın parlayan yıldızı olacaktır. Böyle bir parkurda 6.44 pace ile 84 km’yi 9:35 saatte bitirmek inanılmaz bir başarı. Neyse, onun hemen arkasından bir İngiliz sonrasında da başka bir Türk koşucu geçecekti.

Hasan’ın bizi geçtiği yerden başlayarak Müşküle Köyü girişine kadar olan bölüm bence bu parkuru koşmaya değer kılan en önemli bölüm. Kelimenin tam anlamı ile balta girmemiş bir ormanın içinden, kuş sesleri ve çiçek kokuları eşliğinde minik dereleri geçen bir patikada koşuyor, yürüyorsunuz. İşte bu, biz kent insanlarının birçok probleminin kaynağı kentlerden uzaklaşıp,  doğanın geçmişimizle buluşmamızı sağlayan en güzel armağanı. Umarım bu bölüm asla parkurdan çıkarılmaz.

Koşuyorsanız ya da  koşacaksanız yarış anında  asla parkurla, hava koşullarıyla, organizasyonun eksiklikleriyle ve gördüğünüz diğer olumsuzluklarla uğraşmayın. Bunun beyninizi ve vücudunuzu yormaktan, enerjinizi yok etmekten başka bir işe yaramayacağını unutmayın. Ne düşünürsek beyin ve sinir sistemimiz onu gerçekleştirmek için çabalar.

Müşküle Köyü’ne Veysel (Çetiner) ile dik bir asfalt yoldan ulaştık, köyün içinde yer alan çeşmeden su içip suluklarımızı doldurduk. Ben ikmal istasyonuna uğramadan geçtim. Yaşlı teyzeler ellerinde yaşmakları, oya örüyorlardı. Geçen seneki coşkuyu göremedim, sanırım onlar da duruma alışmış ya da 50K koşanlarla vermişlerdi bütün coşkularını. Müşküle’den  sonra başlayan tırmanışın sonlarına doğru 80K koşan Derya (Duman) ve bir arkadaşı yaklaştı, onlara önlerinde üç 80K koşucusu olduğunu söyledim, Derya da bana çok iyi göründüğümü söyleyip ayrıldı. Biraz sonra tekrar inişe geçtiğimiz yolda her halinden psikolojik olarak savaştığı belli olan 130K koşucusu Burak’ı (Kılıç) görecektim. Onu geçtikten sonra Narlıca’dan beri ayaklarımı sürekli olarak gördüğüm her su birkintisine soktuğum için içeri giren küçük taş parçalarından olduğunu düşündüğüm karıncalanmanın nedenini anlamak için bir çeşme başında ayakkabılarımı çıkararak temizledim.
Aslında bunun daha sonra 100 km’lerde ortaya çıkacak olan tabanlarımın su toplama başlangıcı olduğunu anlamamıştım. Geçen yıl da bu parkuru aynı ayakkabılar ile koşmuştum, yarış bittiğinde ayaklarımda hiç kabarma oluşmamıştı. Sanırım yaptığım hata, Örnekköy’de ayakkabılarımın aynı modelin (New Balance, Leadville) tabanlıkları değiştirilmiş yarım numara büyüğünü giymemdi. Orjinal Leadville tabanlığı ince ve görece daha sertti, benim değiştirdiğim tabanlık ise Puma’nın biraz daha kalın ve oldukça yumuşak tabanlığıydı, sanırım bu ayağımın tabanının ayakkabı içinde sabit durmasını engelledi ve sürtünmeyi arttırdı. Eğer düşündüğüm doğruysa bir daha asla yumuşak bir tabanlık ile koşuya başlamam.

Gene parkurun en güzel bölümlerinden biri başlamıştı artık ağaçların altında kıvrılarak giden bir patikada tek başımaydım. Bir süre sonra İzmir’de yaşayan duayen kadın koşucu Alessia de Mattis gelecek onunla konuşacaktık. Çok iyi antreman yapamadığını söyleyecekti ama çok sağlam gidiyordu.

Geçen yıl  bir yüzüğü bulduğum çamurlu patika geçişine geldiğimde güzel bir anı ile beni güzel bir insana götüren yüzüğün hikayesini ‘ultra maraton kardeşliği’ adına yazmalıyım.

Geçen sene hemen hemen günün aynı saatlerinde çamurlu bir patikadan Süleymaniye’ye doğru inerken çamurun içinde beyaz bir yüzüğün parladığını görmüş ve elime aldığımda içinde Yeldağ ve bir tarih yazdığını fark etmiştim. Yüzük benim parmaklarım için çok dar olduğundan sağ serçe parmağıma takıp koşmaya devam etmiştim. Koşu bitiminde de bir yüzük bulunduğunu anons ettirecektim. Koşuyu bitirdikten sonra masaj yaptırırken, orada masaj yapanların babası olduğunu söyleyen bir amcaya yüzüğü verip anons ettirmesini rica etmiştim. Sonrasında da,  ‘ya adam anons ettirmezse’ diye içime kurt düşse de artık olan olmuştu.

Yarıştan birkaç gün sonra Koşu Gazetesi Forum’da bir üye, ‘yüzüğümü bulan ve onun bana ulaşmasını sağlayan kişi eğer bu yazıyı okuyorsa lütfen bana dönsün, ona bizzat teşekkür etmek istiyorum’ yazıyordu. Sonrasında yazıştığımızda, benim yüzüğü  bulduğum yerde bir dalı geçmek isterken ayağının kayması sonucu düştüğünü ve yüzüğün de büyük olasılık o zaman parmağından düştüğünü bunu 5-6 km sonra fark ettiğini belirtmişti. Aslında yüzüğü kaybettiği için morali bozulmuş ama yüzüğünün bulunduğu haberi ona kardeşi tarafından iletildiğinde koşuyu bitirmesine 6-7 km varmış ve cut off zamanından önce koşuyu bitiremeyeceğini düşünüyormuş. Aldığı bu haber sonrasında morali düzelmiş ve yarışı cut off zamanı olan 8:30’a çok yakın olan 8:31.40 ile bitirmiş. Yarış sonrası beni aramış ama bulamamış.

Güzel bir arkadaşlığın başlangıcı olan bu olaydan sonra yüzüğün sahibi Erol (Dinneden), eşi Yeldağ ve sevgili kızı Ada ile Kapadokya yarışlarında şahsen tanışacaktık. ''Karma''ya inanmalı insan, yaptığınız her güzel şey size bir güzellik olarak döner, ki tersi de doğrudur.

Ben zaman zaman ‘yazmak için koşuyorum derim’ evet kesinlikle bunda bir gerçeklik payı var ama bu uzun koşuları anlamlı kılan yol hikayeleri ve geride kalan anılar. Hikayeleri ve anılarınızı hayatınızdan çıkarın, hayatınız bir hiçlikten başka birşey değildir. Öğrencilerimin velilerine hep söylerim:  ‘siz sadece bir çocuk yetiştirmiyorsunuz onlara unutamayacakları hikayeler ve anılar da yazıyorsunuz, lütfen çocuklarınızın çocukluklarına güzel anılar kazıyın.’

Süleymaniye’ye  doğru inerken her hallerinden  80K’cı oldukları belli koşucular birer birer beni geçiyorlardı ve gene her hallerinden yorgun oldukları belli olan 50K’cıların geride kalanlarıyla karşılaşmaya başlamıştım.
...
Sirenlere varacaksın sen en önce,
onlar büyüler yakınlarına gelen bütün insanları,
kim yaklaşırsa bilmeden ve dinlerse onları, yandı,
bir daha evinde onu ne karısı karşılar, ne çocukları.
Sirenler onu çayırda çınlayan ezgileriyle büyüler,
çayırın çevresinde kemikler vardır, öbek öbek,
bunlar kemikleridir etleri çürüyen insanların,
büzük büzük durur kemiklerin üstünde deriler.
Durma orada yürü, arkadaşlarının da tıka kulaklarını,
tatlı balmumuyla tıka ki, onların sesini dinlemesinler,
istersen dinle sen, ama bağlasınlar ayakta seni,
hızlı geminin içinde iplerle bağlasınlar
kollarından bacaklarından orta direğe,
ondan sonra dinle Sirenleri doya doya.
Ama dostlarına yalvarır da, dersen ki ne olur iplerimi çözün,
bağlasınlar onlar senin bağlarını bir kat daha sıkı.
....
Odysseia-Homeros

Süleymaniye’ye vardığımda köyün içindeki gürül gürül akan bir çeşmenin yalağına ayaklarımı soktum çünkü o karıncalanmanın ayaklarımın su toplaması olduğu kesinleşmişti. Bir koşucunun en zorlandığı acı türlerinden biri ayak tabanlarının su toplamasıdır çünkü her adımda bütün yük tabanlara ve bu acının üzerine biner. Çaresi ise ağrı kesiciler-ki geçici çözüm üretirler- ve bu acıları çekerek önemsememektir. Böyle anlarda acı ile yüzleştiğimde kendimi hep şöyle ikna ederim; ‘bütün fiziksel, bedensel acılar gelip geçicidir-tabanınız birkaç haftada eski haline döner ve unutursunuz- ama ruhsal acılar kalıcıdır ve verdiği acıların geçmesi bazen imkansızdır. Keep calm and carry on!’ (sakin ol ve devam et)

Süleymaniye çıkışında ikisi kadın biri erkek üç 50K koşucusu ile kısa bir sohbet ettik. Sonra ben onları geride bırakarak devam ettim. Süleymaniye çıkışı sonrası başlayan toprak yolda Müşküle çıkışı karşılaştığımız Burak (Kılıç) ile tekrar karşılaşacaktık. Burak İstanbul’dan bir mimardı, çok yorgun gözüküyordu, ben dayanmasını birazdan mental bariyerlerin yok olacağını söyledim. Onun da ayak tabanları kabarmıştı. Yanımda taşıdığım Arveles ağrı kesicilerden birini verip ayrıldım. Sonrasında koşarak beni geçecek ve benden önce koşuyu bitirecekti.

Geçen sene bu bölümlerde Miguel bana pacerlık yapmıştı ve ben kendimi daha iyi hissediyordum. Bu sene yalnızdım ama tecrübeliydim ve asla bırakmamaya kararlıydım. Bir de her koşucu bilir, eğer 5 km koşuya çıktıysanız 4 km, 10 km için çıktıysanız 8km... eğer 137 km koşacaksanız 100+ km’lerde bütün mental bariyerleriniz yıkılır. Bunu bilirseniz daha da güçlenirsiniz, bilgi güçtür.

Derbent öncesi peşimde daha önce geçtiğim 50K koşan üçlü gruptan genç bir kızı gördüm. Yanıma geldi ve tanıştık, ben lise öğrencisi olduğunu düşünmüştüm oysa Selin (Erişir) mimarlık fakültesini bitirmiş ve işini yapan genç bir kadındı. Adım adım grubu ile koşuyordu. Derbent’e birlikte girdik. Derbent’te İzmir’den 80K koşan Şenol Abi ve Bekir (Çakaroğlu) ile tekrar karşılaştım. Ben birşeyler yiyip istasyondan ayrıldım. Köyden çıkan yolda Selin beni geçti, orman yolundaki kısa tırmanış sonrası inişe geçtiğimizde onu yakaladım, bundan sonra beraberce İznik’e kadar gidecektik. Selin (Erişir) de bu ülkenin pırıl pırıl genç ruhlarından birisi ‘cut off’ (yarışçılara tanınan zaman limiti) zamanının çoktan bittiğini bildiği halde onun için çok önemli bir nedenden dolayı bu koşuyu bitireceğini söylüyordu ve  gece için  bir el feneri vardı. El fenerinin ışığını gördüğümde o ışıkla bir yere gidilemeyeceğini düşündüm. Zaten sonrasında benim kafa lambasının ışığı ile koşuyu bitirecektik. O an ultraların ve hayatın değişmez kuralı olması gereken alturism (diğergamlık) ile yüzleştim. Onu bırakıp gidebilirdim ama bu Selin’e büyük bir haksızlık olurdu. Bu son bölümde onunla konuşa konuşa İznik’e varacaktık. Geçen yılın 50K kadınlar birincisi Sevgili Caterina (Scaremelli) benim bu sohbetlerimi (monologlarımı mı desem J) hep ‘podcast’ olarak niteler.


Onu yoksul buluyorsan, aldanmış sanma kendini. 
Geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki, 
Artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini 
İthakaların. 

İthaka, Kavafis (Çeviri: Cevat Çapan)

Şehrin içine girdiğimizde saat 9:45 sularıydı ve sabah çıktığımız başlangıç takına doğru yol alırken, Selin’i tanıyan Adım Adım grubu bir cafede oturmuşlardı. Selin’i gördüklerinde bir erkek bir kadın koşucu Selin’i destekleyen bağırışlar arasında yerlerinden fırlayıp bizimle koşmaya başladılar. Bitiş takını geçtiğimizde ilk 50K’sını bitiren sevgili eşim Güldan ve Erol (Dinneden) ve sevgili Selin beni ilk kutlayanlar olacaktı. Selin, beni onu bekleyen akrabaları ile tanıştırırken ve eşimle tanışırken: ‘O benim hero’m!’ (kahramanım) diyecekti.

Bu yarışın, en güzel ve anlamlı ödülü de bu sözler olacaktı.