26 Aralık 2016 Pazartesi

Alankıyı

Yola çıktığımızda bir pazar gününün erken öğleden sonrasıydı. Arabanın uğuldayan motor sesi, radyoda çalan İngilizce şarkıya karışıyor, lastiklerin yola sürtünmesinden çıkan ses ve dar bir yarığı anımsatan camın aralığından yüzüme çarpan serin rüzgar ve uğultusu bize eşlik ediyordu.

Bugüne kadar bu ülkeyi kıyasıya eleştirdim, artık öğrendim ki gerçeği kabul etmemek sadece acı çekmeyi arttırıyor. Bu ülke böyle. Bu yazı biraz da bununla ilgili.
Yaklaşık iki ay önce bisiklet ile yapmış olduğum 161 km'lik yolculuğu bu defa arabayla yapacaktık. İlk durağımız yaz aylarındaki insan sayısını yitirmiş Alankıyı Yaylası'ydı. Çoğunluğu ceviz ve kiraz olan ağaçlar yapraklarını dökmüştü ve kuzeydoğu yönündeki Dededağı bütün haşmeti ile bir kartal gibi bu düzlüğü seyrediyordu. Sürekli buraya gelmek için geç kaldığımızı söylüyordum; çünkü sonbaharın sıcak renklerinin yerini edepsiz bir çıplaklık almıştı.

Bir yılan gibi kıvrılan yoldan Yenikurudere Köyü'ne vardık ve yolun kenarında satış yapan köylülerden bu köyün de Pomak köyü olduğunu öğrendim. Bilmiyordum.
Yükselti azaldıkça bütün sıcaklığı ile sonbahar geri geliyordu. Çam ağaçları yeşil, kiraz ağaçları kırmızıdan kahverengiye, çınarlar yaşlıdan sarıya renk değiştiriyorlardı ve havada bir küf kokusu vardı.
Başka bir pomak köyü olan Kamberler'e gelmeden önce su içmek için durduğumuz çeşmenin başındayken bir grup araç içinde gördüğüm insanların şehrin orta ya da üst gelir grubunun orta yaş üstü insanları olduğunu düşündüm. Köye geldiğimizde yanılmadığımı anladım. Bunlar İzmir çukuruna sıkışmış bir kitlenin haftasonu kaçışı arayan insanlarıydı. Ellerinde dslr denilen drop ya da full frame makinalar vardı. Fotoğrafçının biriyle bisikletten bildiğim bir şeyi paylaştım "en kötü bisikletçiler genelde en iyi bisiklete sahip olmak için uğraşırlar." Fotoğrafçılıkta da bu böyledir, okumayan, gezmeyen sıradan fotoğrafçılar bütün paralarını en iyi objektif ya da makina için harcarlar. Bir de, ben Nikon'cuyum, ben Canon'cuyum geyiği de döndü.
Onlar Nazarköy'e ( İzmir'e yakın nazar boncuğu atölyelerinin olduğu fotoğrafçı cenneti) gitmek için araçlarına binip ayrıldılar. Çoğunluğu, bir grubu, bir insanı ilk defa görmenin suratsızlığını üzerlerinde taşıyorlardı.
Kamberler'den ayrıldığımızda güneş geç öğleden sonrası için alçalmaya başlamıştı. Geçtiğimiz yolun bir noktasında çınar ağacının dalları bir nevi tünel oluşturmuştu ve sarı güneş altında içinizi kıpır kıpır eden bir görüntü oluşturmuştu. Durduk ve aşağıdaki fotoğrafları iPhone ile çektim.
Osmanlar bir kadim yörük köyüdür ve Anadolu'nun birçok köyü gibi bakımsız ve pistir. Önünüzde giden kayıklı motorsikleti ile yeni yetme bir genç bizi de görünce garip bir ara gaz vererek motorsikleti kullanmaya başladı. Gençler izlendiklerini düşündükleri anda cozuturlar.
Çınardibi Köyü'ne geldik ve daha önce yemek yediğim köy lokantasında bulabildiğimiz tek vejetaryen yemek patlıcan yemeği ve pilavdan sonra içtiğimiz çay ve lokantacı ile pomak tarihini konuştuktan sonra ( bu köyde pomak köyüydü ve lokanta işletmecisinin söylediği Bulgaristan'da müslümanlara karşı savaşmak istemedikleri için ve savaş sonrası başlayan öç sürecinde 1870 yılında buraya gelmişlerdi) kiraz ve üzüm kurusu aldık ve ayrıldık.
Dağteke Köyü şifalı suyu ile ünlüdür, sözde böbrek taşlarına iyi geliyormuş. Bu köyle olan ilişkim en eski olandır 2007 yılından beri bisikletim ile iki üç bazen dört beş defa gelirim. Buraya bisikletle ulaşmak gerçek bir meydan okumadır benim için. Suyunu bilmem ama bu sudan yapılan çay gerçekten farklıdır.
Helvacı, Ormanköy, Karakızlar, Karaot, Dağkızılca, Doğancılar, Kırıklar ve Karacaağaç köyleri üzerinden eve geldiğimizde karanlık çökmüştü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder