Üzerine beyaz çarşaf örtülmüş bir hastane sedyesi üzerinde uzanan yaşlı Hintli kadının, bir mumyayı anımsatan çökmüş yüzü, ağzında diş olmayan yaşlılara özgü çökük avurtları, koyu kahverengiye çalan ten rengi, kırlaşmış ve seyrelmiş saçları, yarı açık ışığını, yaşam kaynağını yitirmiş gözleri, derin nefes almak isteyen ağız hareketleri sonrasında son nefesini verdiğini ellerini tutan, büyük ihtimal oğlunun vakur ağlamasını gördüğümde anlamıştım.
Washington, DC'de Georgetown Üniversitesi Hastanesi'nin acil servisinde tanışmıştım ben ölümle.
Son nefesini gördüğüm ilk ve son insandır bu Hintli yaşlı kadın.
Ölüm düşüncesiyle ve ölümle barışacak yaşa geldim; ölümle karşılaşmadan da korkup korkmayacağımı bilmiyorum, ihtimal o ki anlamayacağım, çünkü ölmüş olacağım.
Insanların eşitliğinin en adil olduğu iki zaman var; doğduğumuz an ve ölüm anı.
Kitaplarla ve yazarak hazırlanıyorum ölüme, ne zaman geleceğini bilmediğim ama mutlaka gelecek olan o an'a.
Bu gün, ölen bir hastanın kızına yazdığı veda yazısında okudum; " günler uzun ama hayat kısa kızım."
Doğum ve ölüm arasında sıkışmış hayatlar yaşadıklarımız, anlamsız kaprisler, kendini beğenmeler, egonun çevremizde yarattığı sevdiğimiz ve sevmediklerimizi kırıp geçirmeleriyle geçiyor hayatlarımız.
Hayata anlam yükleyen tek türüz biz, ölüm olmasaydı anlam da olmazdı, ihtimal.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder