31 Ağustos 2015 Pazartesi

Chios (Sakız) Adası Yarı Maratonu

Homeros İzmirli'dir, kimilerine göre ise Sakızlı'dır ya da Sakız'da doğmuş sonra İzmir'e göçmüştür. Bunun çok da önemi yoktur aslında, o dünyalıdır ve insanlar yüzyıllardır onun iki  eseri; İlyada ve Odesia'dan insanı, yani kendini anlamaya çalışmaktadır. Edebiyat Homeros'un İlyada ve Odessia'dan doğmuştur denilebilir. Eğer İlyada ve Odessia'yı okumadıysanız  Azra Erhat ile A. Kadir'in muhteşem çevirisi ile Türkçe'ye kazandırılmış ve Can Yayınları tarafından basılmış bu iki büyük manzum destanı bir an önce  okuyun derim.

Homeros'un Sakız Adası'na bir yıl önce  bisiklet turu için gelmiş, Pirgi'ye kadar gitmiş ve sahil boyundan geri dönmüştük. Bir eylül günü gittiğim bu adadan, burnumda tarifi imkansız hoş bir koku ve damla sakızı ağaçlarının ilginç görüntüleri, Pirgi evlerinin dış duvarlarını süsleyen ilginç geometrik şekilleri ile dönmüştüm.

                                 


                                                              Pirgi Foto: Güldan Kalem

Adanın en büyük yerleşim yeri adaya da adını veren Chios'tur. Adanın her tarafı irili ufaklı köylerle doludur. Aslında bu yerlere köyden çok kasaba demek daha doğru olur.  Benim gördüğüm Pirgi ve Mesta küçük birer Anadolu köyü kadar, ama insanları beni hayrete düşüren bir mimari yaratmışlar. Bu yapıları gördükçe insanın aklına  nedense; "hiç bir şey tesadüf değildir" sözü geliyor.


                                          Mesta Foto: Guldan Kalem

Chios dışında,  kaldığımız otelin bulunduğu Kampos ve diğer köyler elektrik ve otomobil olan ama Ortaçağ'dan kalan ve yaşayan  yerler gibi. Yerel mimari özgün, korunmuş, canlı, öylece duruyor ve en güzel yanı yapsatçılar tarafından katledilmemiş.


Osmanlı bu adaya sadece sakız için gelmiş ve sadece Chios'ta çeşmeler ve limana girerken uzaktan minaresi göze çarpan bir cami yapmış, adanın iç kesimlerine kadar ilerlememiş.


Bu sene 4.'sü yapılan Sakız YM'ye kayıtlar açılır açılmaz 10 euro karşılığında kaydolmuş otelimizi ayarlamıştık. (3 gece 2 kişi kahvaltı dahil 192 euro) bir cuma günü sabah Çeşme'den saat 9:30'da Ertürk Line feribotu  ile hareket ettik.  Bir saat sonra artık Sakız Adası'ndaydık. Günlük 35 euro'dan bir araç kiralayıp, kalacağımız yer olan  Kampos içinde 1890 yılından kalma otele dönüştürülmüş bir taş konağa ulaştık. Oteli Kostas işletiyordu. Kostas'tan binanın hikayesini öğrendim. Bu konak onlara büyük dedesinden kalmıştı, mandalina bahçelerimin arasında önünde değişik bir düzenekle su çekilen büyük bir su kuyusu, havuz ve ceviz ağaçları olan bu yapıya yüksek duvarlarla diğer konakların bahçelerini çevreleyen sarımsı kahverengi taşlarla çevrili çok dar sokaklardan ulaşılıyordu. Kostas'ın dedesinin zenginliği Ruslar ile yaptığı turunçgiller ticaretinden  geliyormuş.


Otel odamız yüksek ahşap tavanlı aynı zamanda tabanı da ahşap bir odaydı. Pencereleri de yüksek panjurlu ve ahşaptı. Kliması yoktu.




Kaldığımız otelin bahçesi ve kuyudan su çeken çıkrık Foto: Yücel Kalem



Koşudan bir gece önce Karfas'ta makarna partisi için Golden Sand Oteli'nin havuzlu bahçesinde toplanan insanların Yunanca ve Türkçe ve başka dillerde konuşmalarıdan bihaber, Ay Çeşme Yarımadası'nın üzerinden  yavaş yavaş  yükseliyor ve gümüş saçları ile efsaneler görmüş, Homeros'un tezgiden gemilerinin yırtığı Ege Denizi'nin akşam karanlığı ile yavaş yavaş renk değiştiren turkuaz sularında yakamozlar yaparak parlıyordu.  Bir gerçeği bilmemiz gerek; Ege Denizi'ni saran Yunanistan ve Adaları ile Anadolu olmasaydı uygarlık olmazdı. Net.

Çeşme Yarımadasından Dolunay Yükseliyor Foto: Yücel Kalem

Koşu sabahı erkenden kalkmıştık. Birşey yemedim. Sadece spor içeceği içtim. Mesafe çok kısaydı çünkü.

Yarışın başlangıç noktasına arabayla daracık taş duvarlarla çevrili yollardan ulaştık ve başlangıç saatini beklemeye başladık. Türkiye'de olduğundan daha çok kadın koşucu vardı. Her yaş gurubundan kadınlı, erkekli, çocuklu bir grup müzikler eşliğinde start verilmesini bekliyordu. Türkiye'den gelenlerin sayısı oldukça çoktu denilebilir. Çoğunluğu Türkiye, Yunanistan karması koşu grubu saat 8:05'de koşmaya başladık. Bu yarışta pek asılmamaya karar vermiştim ve çok yorgundum. Bu yüzden koşu grubunun en arkalarında kendime yer aldım ama bunun hata olduğunu ilk 500m-1 km içinde grubun kalabalık olmasından dolayı bir türlü öne geçemememden anladım. Yarış süremde belki 5 dakika fark olmazdı ama 1:30'un altına inebilirdim.



Koşu yüksek duvarlı evler, bahçe duvarları arasından kıvrıla kıvrıla giden sokaklarda devam ediyordu, uzun süre üçlü bir grupla koştum onlar alıp başını gittiler ve ben yer yer salına salına yürüyen  5 k koşucuları arasında ilk 10 k'yı tamamladım. Bu arada yer alan 3-4 istasyonun her birinden buz gibi su alıp yarısını kafama ve enseme boca ettim ve iki yudumu da içtim. Ikinci tura girdiğimizde 13 km'de büyük olasılık Yunan bir koşucu beni geçti uzun süre ona tutunmaya çalıştım sanırım son 3 k'ya kadar da tutundum son 1 k'ya girerken o dönmüş  bitişe doğru giderken beni gördü ve alkışla destek verdi. Yarış sonunda da beni bulup kutladı ben de İngilizce olarak beni çektiği için teşekkür ettim, umarım anlamıştır.




Kampos Sokakları Foto:Yücel Kalem



Bitirme anı çok keyifliydi. Eşim beni ilk kutlayan oldu. O da 10 km koşmuş benden önce gelmişti. Sonra bitirme madalyası, sertifika, muz, sporcu içeceği ve su en büyük hediyelerdi.
Gelen sporculara destek olmak benim en sevdiğim kısımdı. Bir süre gelen sporcuları destekledim. Sonuçlar asılmıştı 1:31:14 ile 12. olmuştum. Önceden yaş katagorilerinin olmayacağını duyurmuşlardı  ama yaş grupları olacağını duyunca kürsüye çıkabileceğimi düşündüm. Sonuçları beklemeye başladık ve benden önce Yüksel (Kaşıtoğlu) diye birinin adı anons edildi. (Sonradan tanıştık yarışa İstanbul'dan gelmişti) Anonslar Yunanca yapıldığı için sadece isimleri anlayabiliyorduk bir Yüsel duydum işte bu Yüsel bendim. Yaş grubumda ikinci olmuştum. Küçük topraktan yapılma bir amfora verdiler çok hoşuma gitti. Hayatımda maddi değeri olmayan "değerler" müzeme yeni bir "değer" eklemiş oldum.






Foto: Güldan Kalem


Yarış sonrası deniz kıyısında bir restoranda mis gibi vejeteryan bir menü ve busss gibi bir Chios birası ile kendimizi ödüllendirdik.



Sakız Adası Birası 

Chios görülmesi gereken bir yer eğer spor yapıyorsanız, -yapmasanız da olur, yürüyerek bitireceğiniz 5 km var- hem tatil hem koşu konsepti ile bir hafta sonu etkinliği olarak tam biçilmiş kaftan.
Ayrıca adada bol bol Türk turist olduğu için esnafla Türkçe anlaşmak da olası.
Ben sevdim.
Siz de seversiniz.
Koşuyorsanız mutlaka seversiniz.



20 Ağustos 2015 Perşembe

FaceBook Yazıları

Miranda
Dün akşam görelilik üzerine bir sohbet programını izlerken bilmediğim iki sıra dışı olay öğrendim. Jupiter'in uydusu IO Güneş Sistemi'mizin en hareketli volkanik gökcismiymiş. Teorik olarak, volkanik aktivitelerin kütle artıkça daha çok olması gerekirken bizim Ay'dan daha küçük olan IO'da bu kadar çok aktif volkanın olmaması gerekiyormuş ama durum tam tersiymiş. Uranüs'ün uydusu Miranda (William Shakespeare'in bir karekteri) gene sıra dışı olarak çok derin yarıkların olduğu bir biçimdeymiş, dış kabuğu olmayan bütün bir ceviz gibi. Bu her iki durum da Jupiter'in ve Uranüs'ün bu uydular üzerinde oluşan çekim kuvveti yüzünden oluşuyormuş. Jupiter IO'ya her yaklaştığında onu çekim kuvvetiyle şişirip volkanik aktivitelere neden oluyormuş. Miranda'da aynı şekilde Uranüs'ün çekim kuvveti yüzünden kutlesinin bir kısmını Uranüse kaptırdığı için kabuksuz bir bütün ceviz gibiymiş. 
Ay'ın med-cezir dönemlerinde dünyamızın kaya kütlesini de bir balon gibi şişirdiğini okuduğumda da şaşırmıştım. 
Koşarken aklıma gelen metafor ise şuydu: ikili ilişkilerde eğer çok güçlü bir çekim alanına kapılırsanız fizik kurallarına göre birşeylerinizi kaybedersiniz. 
Kendi içinde çekim güçü eşit olan ilişkilerimizin olması sanırım en güzeli. 
Kapitalizm'de sıradan insanlar hep IO ve Miranda olmaya devam edecek zaten...
Düş
Sabah soğuktu evden çıktığımda. Urla'dan Bademler Köyü'ne doğru giderken çıktığım yokuştan sonra Ovacık Köyü'nün çıkışında iş makinaları ve insanların çalıştığı tarladan yükselen taze sürülmüş toprak ve yanan çalı çırpı kokuları minicik elleriyle beni aldılar götürdüler, neden yaşadığımı bilmediğim, toprak ananın sıcak sımsıcak koynunda olgunlaşan bir çocuğun çocukluğuna. 
Bisikletimin lastiğinin patlaladı. Bölündü düşüm.
Bölündü düşlerim, dudaklarımdaki çocuk gülümsemelerimle düşlediğim düşlerim bölündü. Bir yaprak usulca, sessiz sedasız toprağa düştü duymadım düşüşünü, duymadınız . Oysa o bizden sonra bir çocuğun toprağın kokusunda düş görebilmesinin masalı yazıyordu. Gördüm.
Yolculuk
Cumartesiydi.
Soğuktu. 
Mercimek çorbasının sıcaklığı yetmedi içimi ısıtmaya. Alt tarafı, sevgisiz ticari bir çorbaydı çünkü Urla'da içtiğim. Annemin, -beni koşulsuz seven tek kadınının- elleriyle hazırlanmamıştı çorba.
Soğuktu. 
Cumartesiydi.
Seferihisar'dan Kavakdere Köyü'ne doğru yol alırken gördüğüm bir çoban, birkaç koyun ve yeni doğmuş bembeyaz , karbeyazı, baharı beklemeden doğmuş, aceleci bir kuzucuk. Diğer koyunların kirliliğini ve kuzunun saflığını gördüm ve hayatın biz büyürken bütün saflıkları nasıl kirlettiği geldi aklıma.Bembeyaz, saflığın simgesi olan kuzu ve diğerleri zıplayarak geçtiler hendekten. Çoban bana ben ona gülümsedim. Kirlenmek için gelen beyazlık, minik, miniminnacık, bahar müjdecisi kuzucuk neşeyle zıplıyordu son gördüğümde.
Soğuktu.
Bisikletimin zincirinden gelen ses eşlik etti yalnızlığıma. Sürdüm.
Cumartesiydi.

Hasanağa Bahçesi

Güneş gri bulutların arasından gül kurusu kollarını uzatmamıştı daha. 
Yağmur çiseliyordu.
Serez'in esnaf çarşısında şeyhimin çırılçıplak bedenine düşen yağmur değildi çiseleyen. Çiseleyen sıradan, hiçbir özelliği olmayan alelade, bir yağmurdu.
Yağmur çiseliyordu. 
Çoban köpeği olmaya zorlanmış, kulakları ve kuyruğu kesilmiş küpeli bir köpek bir ağacın gövdesini kokluyordu. Her sabah bölgelerine giren yabancı köpekleri hunharca hırpalayan köpek sürüsünden birkaçı soğuktan olsa gerek kıvrılmış tartan pistin üzerinde uyuyordu. Kuyruğunu ve sağ kulağının yarısını bir kavgada kaybetmiş vakur tekir kedi her sabah onları besleyen teyzeyi bekliyordu. Sarıya yenik düşmüş çınar yaprakları parka renk katıyordu yeşil çimenlerin üzerinde. Geceden kalma bira kutularını ve sonbahara can vermek için bir bir düşen yaprakları temizliyordu çöpçüler.
Gözlüklü, kocaman gözlü, şirin bir kız öğrenci hayalleriyle kucağındaki kitaplarına gömülmüş hukuk fakültesine doğru gidiyordu.
Rengarenk giysileriyle ve türbanlarıyla imam-hatibe giden kızlar ve belki yoksulluktan, belki ergenliğin hızlı gelişiminden, belki de hormonlarının ruhunda yarattığı fırtınadan etek boyunu diz üstüne çekip minileştirilmiş kız öğrenciler yan yana sabah mahmurluklarını atamamış yürüyorlardı okullarına doğru. Birkaç erkek öğrenci de sigara içerek yer buluyordu kendilerine bu çiseleyen yağmurun altında.
Ben çocukluğumun geçtiği çalılarının arasından gelip, kentin sert asfalt yollarına ve beton duvarlarına çarpan rüzgarlı, duman kokulu hengamesine koşuyordum.
Güneş, İlyada'nın yaprakları arasından yükselip gül kurusu kollarını gri yağmur bulutları arasından uzatmamıştı. Bedrettin'in çıplak bedeni Serez'in esnaf çarşısında ıslanalı yüzyıllar olmuştu.
Birçoğunuz uyuyordu.
Ben düş kuruyor, koşuyordum.

Dağda

Gödence Köyü'nden yola çıktığımda yanımda yalnızlığımdan başka bana eşlik eden yoktu.
Birde kendi korkularımın dostluğu eşlik ediyordu bana. İzmir dağlarında yalnız bisiklet sürmüşlüğüm ve yürümüşlüğüm çoktur benim. Sessizliğin sesini hissedersiniz, yalnız yürürken ve en küçük çıtırıya kulak kesilirsiniz. Av olmanın ne demek olduğunu anlatan bir uyanıklık vardır üzerinizde, başınıza gelebilecek kötü bir olayda bulunduğunuz yerde saatlerce hatta günlerce kalabilirliliğiniz en ilkel güdülerinizi devreye sokar. Böyle anlarda kendinizi inanılmaz kırılgan ve güçlü hissedersiniz. Kırılganlık yalnızlıktan gelir, güç de.
Ayaklarımdaki dağcı botlarının toprağı her çiğnediğimde çıkan ses eşlik ederken bana hayal kurmanın keyfiyle yürüyordum. Korkularımın ürpertisi sardı bedenimi. Ormanın inde önüme çıkan her küçük boşluk rahatlattı beni. Yağmurun çıkardığı sesle irkildim yürürken.
Hayat tekil ya da çoğul akıp gidiyordu.
Gödence Köyü'nden yola çıkmıştım.
Yalnızlığım eşlik ediyordu bana.

Nif’te Bisiklet Kazası

Düştüm. Sağ üst dişimdeki ağrıyı hissettim ilk önce. Sert, keskin, acı. Kırık.
Nif'in, kış aylarında karda yürüyebileceğiniz İzmir'e tepeden bakmayı hak eder bir duruşu vardır. Eğer Nif'e güney yüzeyinden çıkarsanız kızıl çam ormanlarını geçer ve 1000 metrede, önce kokusuyla ve sonra varlıklarıyla ardıç ağaçları karşılar sizi. Ovacık, Gelin ve Nif dağlarının arasında kalan, eğer şanslıysanız yılkı atlarıyla karşılaşabileceğiniz çayırlı bir düzlükle ve bu düzlükte serpiştirilmiş olarak başlayan sonra ormanlaşan karaçamlarla karşılaştığınız bir düzlüktür. Baharda bu çayırlıkta rengarenk çicekler kaplar her yanı.
Doğusundan çıkmak isterseniz Kaynaklar Köyü'nden yola çıkmanız gerekir. Kuzeyinden Kemalpaşa'dan yola çıkarsınız. Serttir bu çıkış.
Dudağımda hissettiğim acı, bir pazar günü Buca'da bir hastanede nöbetçi bir doktorun ellerinde sağ üst dış yüzeyinde 3, alt dudağımın iç kısmında 5 dikişe dönüşecekti.
Nif adı, bu topraklara artık adından başka bir şey bırakmadığımız kadim Rum dostlarımızın armağanıdır. Nif Dağı'nın tam karşısında Gelin Dağı vardır. Nif, Rumca gelin demektir.
Bazen yaşadıklarımızı önce kurar sonra yaşarız sanki. Böyle bir gündü yaşayacağım. Sabah erkenden çıkmıştım yola. Kasımdı. 23'tü. Pazardı. 400 metreden Kırıklar Köyü'nden başladık tırmanmaya, bisikletim ve ben ağaçların arasında dolaşan adını bir türlü koyamadığım çocukluktan beri bildiğim bir fısıltıyla gezen kahverengi sessizlikti bir de var olan.
Yaklaşık 15 km tırmanarak ulaşırsınız Nif Zirve üzerinde yer alan yangın kulesinin yanına. Yol taşlık ve bozuktur, bazen dengede kalmak bile büyük marifet ister tırmanmaktan yorulan bacaklarınızla.
Bir av köpeği Nif'in güney yüzeyinin tam ortasından gecerek kuzeye doğru kıvrılarak Kaynaklar Köyü'ne doğru yol alırken karşılaştı benimle. Korktu. Korktuğunu görünce üzerine doğru sürdüm. Kaçtı. Yoldan çıkabileceği bir patika buluncaya kadar kovaladım onu.
İnişe geçmiştim köpeği kaybettiğimde.
Anlamadım. Neden? Anlamadım. Neden ben? Acaba ne kötülük yaptığımı düşündüm ilk acıdan sonra. Neden? Nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Neden ben? Telefon etmeliydim. Yanlış girdiğim pin kodu nedeniyle telefonum kilitlendi. Alt dudağımdaki yarığı önce dilimle hissettim. Telefonun ekranından baktığımda aklıma köfte geldi nedense, kırmızı ve kanlıydı. Ne yapmalıydım? Bisikletim yerde yatıyordu onun sadece elceği yaralanmıştı, gördüm. Gidecektim. Kalktım ve bisiklete bindim biraz sonra Tekçam'ı gördüm. Onu görür görmez nerede olduğumu anladım. Yangın göletinin orada avcılarla karşılaştım. Nasıl kötüyüm değil mi? dedim.
-Yok birşeyin dediler.
Sürdüm. 7 km sonra köydeydim.
Nif dağlarla olan sevdamın başladığı yerdir benim. Her sevda gibi içinde acı vardır, yalnızlık vardır, kendinle olan savaşın başladığı, yenilgiyi, umudu ve umutsuzluğu tattığın bir an vardır. Üşümek vardır yokluğunda...
Sevgilidir.

Çocukluk
Uyandırdık , sessizliğin sesinde; bir kuş öterdi alaca şafağa, yanardı gözlerim gri sabah göğünün altında , kümeslerden gelen kanat çırpışları bölerdi sessizliği, traktörün gürültülü sesine, geniz yakan yanık mazot kokusu eşlik ederdi. Ezan yükselirdi, çocukluğumun masum sesi.
Uyandım, kentin beton duvarlarına çarpan soğuk ezan sesine. Sokak lambalarının turuncu ışığı çalmış sabah aydınlığını. Kuşlar çoktan terk etmiş bulunduğum yeri. Gürültüyle çalışan araba seslerine çıplak asfalta dokunan lastik seslerinin hışırtısı eşlik ediyor. 
Günaydın. 
Siz nasıl bir sabaha uyanacaksınız kimbilir?

Hakkari’de Bir Okul

Kardır etrafı saran beyazlık. Bu gözler ki, gördüler coşkuyla düşen çığlıklarını ve sessizliğini yolları kesen ölmüş çığların.
Gece olurdu ve gaz lambasının titrek alevine düşerek ölürdü karanlık. Dilimde Adiloş Bebe'nin Türküsü, bu toprakların yiğit sesi Ahmet Arif. Beklerdim korkarak, kapıyı çalacak karanlığın ihanetiyle dost, eli silahlı adamları ve sessizce yaklaşan sabahı; sönmüş odun sobasının yanında kıvrımış kirli yatağımda unutulmuş bir dağ köyünün unutulmuş bir okul lojmanında. 
Dünya çok büyüktü, ben küçük küçücük, korkak, cahil, yalnız, kimsesiz; yorgun tütün tarlalarından taşıdığım gençliğimle bir başıma, masum, kederli.. Hakkari dağlarında bir köyde öğretmendim. 
Yalnızlık daha bir yalnızdır orada ve dünya kış ortasında bir gezegendir, her yeri kar olan, çıplak ayaklarıyla öğrencileri, yoksulluğu ve beni yaşatan.
Ben, çocukluğumun Küçük Prensi ve şapkasında fil yutmuş bir boa yılanı...
Kimse duymadı.
Kimseyi duymadım.

Yeni Yıl
Oturdum arabama, spor sonrası incirimi yiyordum. Üzgündüm. Bir insan mırıltısıyla başımı kaldırdığımda tam önümde çöp tenekelerini karıştırmak için sürekli eğilmekten olsa gerek, siyah kabanının sağ koltuk altı bembeyaz kir olmuş, bıyıklarında duman sarısı kiriyle güneş yanığı yüzüyle 50-60 yaşılarındaki amcayı gördüm. Çöpleri karıştırıyordu. Amerika'da evsizler için politikacıların bir söylemi vardır "kendi seçimleri" diye. Bizimkilerin de severek katılacağı bir fikirdir bu. Sorgulamak zor olandır çünkü, inanmak kolaydır ve güç verir küçük beyinlere. Ayakkabı kutuları bu ülkede kimileri için milyon dolarlar saklamak için, kimileri içinse atık kağıt olarak toplayarak üç kuruşa satmak içindir. Adaleti olmayan bir dünyada daha adil bir 2014 yılı güzel bir dilektir. Güzellikte bir insanı özgür kılan birkaç değerden biridir. Nice yıllara.




Kentler

Uzun bir aradan sonra tekrar dağ koşularından birini yaptım bugün. Bir tuhaf mutluluk sardı içimi, meğer ne çok sıkıcıymış betonlaşmış turuncu yapay çim pist üzerinde koşmak.
Şehrin dışına çıktığınız an "iklim değişip Akdeniz olur" yeşili hissetmek yapraklarda ve duymak rüzgarın bir ihanet konuşması hışırtısını çalıların ince çırpılarında ve mavi gökyüzünün özgürlüğünü görmek, beton tuğla karışımı bloklara sıkışmamış. Bir de şehrin insanlara yaptığının aynısını yaptığı şehir güvercinleri ve kargalarından daha bir kuş, kuşlarla karşılaşmak... Ve çamur, her bastığımızda hissettiğiniz toprak.
Dağları romantize edin, şehirler artık kaçmak için yaşadığımız yerler. Bir savaş ve yağma hali... Ruhumuzu yiyip bitiren bir mahşer.

Yıldız Tozuyuz
Carl Sagan'ın bir Kitabı'ndan Jodie Foster'un oynadığı bir filme dönüşen Contact filmi beni en çok etkileyen filimlerdendir. Bunun bir nedeni de çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdaki tütün tarlalarından gelir; tütün serinde toplanmalıdır ve ancak geceleri serindir sıcak Ege yazları, bu yüzden gecelerin gökyüzünü iyi bilirim ben, sırtımda kara toprak yapay ışıklarla kirlenmemiş gökkubbenin sonsuzluğuna bakmışlığım çoktur.. Ve gökyüzü, yıldızlar, çam ağaçlarının siluetinin ve dağların ufuk çizgisi olduğu sonsuzluk, öyle yakın, öyle heybetlidir ki, o an yalnızlık avcısı dostlardır sizi saran. Ve bakmak Samanyolu'a; bir ucundan öbür ucuna gezdirmek gözlerinizi ve bir yıldızın kayması, ışığıyla yararak gökyüzünü içinizi rahatlatır ya da hüzün, inanıyorsanız bir canlının daha sonuna geldiğine güzel yaşamın. O karanlık gecelerde, oralarda bir yerlerde bir ET, bir canlı olma ihtimalinin heyecanı kaplar içinizi; "merhaba Dünyalı!" der bir ses usulca, sadece siz duyarsınız.
Contact filminde babası kılığında Jodie Foster ile konuşur öteki tür, uzaylılar ve gökyüzüne dokunduğunda baba ve kız plazma yapısıyla ellerimi sarar gökyüzü.
İşte o gün anlamıştım, öğrendiğin herşeyi her gün yıkmadıkça yeni hiçbir şey öğrenemezsin, bir süre sonra doğru bildiklerinin kölesi olursun.
Çocukların neden en iyi öğrenciler olduklarını çok iyi biliyorum artık ve neden çok şaşırdıklarını, ve neden yaşlıların gasbet, çekilmez olduklarını; yaşlılar doğruları çok olan, çok bilenlerdir, bilgi beyinlerini katılaştırmıştır.
Çocuk kalın, bulabilirseniz eğer bulutsuz bir gecede zifiri bir karanlıkta doğdumuz yer olan ve hala anlayamadığımız karanlık maddeden, karadeliklere... kadar tüm hammaddemizin piştiği gökkubbeye bakın. Ilk çocukluğuna bakın evrenin, bizim çocukluğumuza benzeyen evrenin çocukluğu ve bize ancak ulaşan 1, 5, 10, 11... milyar ışık yılı uzaktan gelen başıboş sonsuzluğa yol alan ışıkları görün, mest olun.
Yıldız tozuyuz, altının ve toprağın ve suyun ve bilcümle varlığın piştiği yerden geliyoruz. Bir ölmüş güneşte, bir karadelikte sönecek ışığımız.
Hepimizin.

Anlam


Uzun süre kendimi hayatın anlamını ararken buldum, sonra şöyle bir sonuca vardım; her bulduğum dediğin anda anlam değişir.
Sonra vazgeçtim.
Yaşadığın andır anlam, gerisi felsefe derslerinin konusu olabilir ancak.
İnançların ne kadar güçlüyse o kadar kölesi olursun inandıklarının, kölelik sadece efendileri güçlendirir. 
Akıl, ise sadece güvendiğin, acımasız bir ruh olursun.
Hayat bir iptir, elindeki çubuğu dengede tutmayı öğren.
Düşersin.

Yaşar Kemal’in Ardından
Ahh Yaşar Kemal'im
Sabah topladığımız tütünleri yaprak yaprak iğneye (bir çeşit arkasında ip geçmesi için delik olan şiş) dizerken radyo tiyatrosundan tanıdım ilk İnce Memed'i, Topal Ali'yi, Hatceyi, Abdi Ağa'yı... 
Çok sonra öğrendim Yaşar Kemal'i. Başta Ince Memed kitaplarının çoğunu okudum lise yıllarımda. Haksızlığa, sömürüye ve adaletsizliğe olan isyanım biraz da İnce Memed karakterinden gelir. 
Bir röportajında şöyle demişti büyük çınar: "insanlar ağaca benzer , siz yapraklarını ve dallarını görürsünüz ama her ağaç gibi insanın da görünmeyen kökleri vardır."
O gündür bu gündür, hep köklerini merak ederim insanların. Çünkü aynı ağaçlar gibi, insanlar da köklerinden beslenir.
Güle güle büyük çınar.

Star Wars

Star Wars benim için çok önemli bir filmdir. Hayatımdaki her unutulmaz önemli şey gibi çocukluğuma uzanan bir yanı vardır bu filimler serisinin. Her unutulmaz filmde olduğu gibi belki de müziğidir onu unutulmaz yapan, kim bilir...?
Serinin son ama hikayenin üçüncü filmi büyük bir uzay gemisinin sessiz sakin giden görüntüsüyle başlar, Anakin Skywalker (Darth Vader olma yolundadır) bu gemiye küçük savaş gemisiyle yaklaşır, büyük gemiyi geçtiğinde büyük bir çatışmanın ortasında bulur kendini. Ateş topları, patlamalar ve büyük bir gürültü...
Hayatımızın iki bölümü vardır, günlük ve bunların toplamı olan ve bizi biz yapan büyük bölümü. Aslolan büyük bölümüdür ve günlük hayatımızdan beslenir.
Günlük hayatınızda yaşadıklarınızı iyi kontrol edin , sessizliğin bittiği yerde sizi karanlık tarafa çekmek isteyen bir savaş var.

Sherlock Kedi

Evimizde bir kedi besliyoruz, bir Haziran günü bir çöpün kenarından evimize transfer olan erkek, beyaz sarman bir kedi.
Mart ayıyla birlikte zaman zaman tutan krizleri ve sağa sola çişini bırakması ve gece çıkardığı garip sesler dışında bir sıkıntımız yok sayılır. 
Ben bir erkek olarak onu ısrarla kısırlaştırmamamız gerektiğini, eşim kısırlaştırmamız gerektiğini savunuyor. Sorunsal kedi sidiği kokarak ve gece yarıları partner çağırma seranatlarıyla ortada duruyor.
Haftasonları onu doğa gezilerine çıkarmak en büyük keyif, çıkacağımızı anladığı anda taşıma kafesine girmesi ve yolculuk boyunca sessizliği ve vardığımız yerde koşturması, kabarması, kıhlaması, çalı koklamaları... bana her defasında varlığımızı sorgulatıyor. Dominant olmanın ve bu gücü kötü kullanımını ve insanlığın ne olduğunu sorgulamama neden oluyor. Bir kedi bana insan olmanın daha önce düşünmediğim boyutlarını düşündürüyor.
Geçen Cumartesi gene bir doğa gezisi sonrasında aşıları için veterinere uğradığımızda veteriner ile bizim kedi ve kediler üzerine konuşurken; veteriner kedilerin depremi önceden hissettiğini yıldızların konumuna bakarak 250-300 km uzaktan evlerini bulabildiğini söyledi. Başlangıçta biz insanların da bu tip yetileri olduğunu ama aç gözlülüğümüz, kazanma hırsımız gibi maddi dünyanın bu yetileri zamanla yok ettiğini söyledi.
Engin Gençtan Insan Olmak Kitabında şöyle der: " insanın bütün problemi ait olduğu doğadan kentleşme ile birlikte kopmasıdır ve doğaya geri dönmesinin artık imkansız olduğunu fark etmesidir."
Dağlarda yalnız yürümek benim şehirlerde ırzına geçirttiğimiz ilkel bütün yetilerimin ortaya çıktığı anlardır. Küçük bir süleymancık -bir çeşit keler- bir örümcek, bir dal kırılması... unuttuğum yetileri anımsatır bana. Güçlenir dönerim her defasında.
Şehre döndüğüm andan itibaren daha keskin sezilerle algılarım çevremi, sonra seziler körelir, duyarsız, umarsız, çoğu zamanda umarlı ve duyarlı öğretmen, erkek, eş, komşu, evlat, arkadaş... olduğumun sosyal normu için kendimi zorlar bulurum.
Insan olurum; yavaş yavaş, kirlene kirlene.

Alan Turing

Enigma lise yıllarımda tanıştığım bir müzik grubuydu. Çok sonraları öğrendim Almanlar'ın İkinci Dünya Savaşı'nda haberleşmelerini kriptolamak için kullandıkları deli bir makina olduğunu.
Alan Turing'i birçoğumuzun artık elinden düşürmediği Iphone'nu da üreten Apple firmasınını amblemi ısırılmış elmadan öğrendim.
Alan Turing matematik dehası bir İngiliz'dir; Enigma'nın kodlarını kırarak Almanlar'ın bütün askeri haberleşmesini dinlenmesini sağlamış ve Almanlar'ın yenilmesine neden olmuştur.
Alan Turing bir dehadır ama cinsel seçimini erkekleri sevmek üzere yapan bir geydir aynı zamanda. Yanlış zamanların İngiltere'sinde yapmıştır seçimini, gey olmadığına karar veren bir kurul tarafından ilaç almaya zorlanır.
Bir oda da ölüsü bulunduğunda yanı başında ısırılmış bir elma vardır. Ölümü hala kuşkuludur.
Başka bir deha Steve Job bu dehaya yapılan haksızlığın unutulmaması için firmasına amblem olarak Alan Turing'in öldüğünde yanında duran ısırılmış elmayı seçer.
Insanların seçimlerine saygı duymayan hiçbir toplum gelişemez. Seçmek birey olmanın en önemli özelliklerinden biridir çünkü.

Guguk Kuşu

1975 yılı yapımı Guguk Kuşu, sinema tarihinin klasiklerindendir. 
Milos Forman bir akıl hastanesi üzerinden var olan sistemi eleştirmiştir, sistem : "ancak benim kurallarım ve istediğim kadar birey ya da insan olursun." der ve gereğini yapar.
Bu film Milos Forman ve Jack Nicholson ve hemşire Ratched rolüyle Louise Fletcher'e Oskar kazandırmıştır.
Sherlock bizim erkek kedimiz, eşim ve benim için çok özel bir varlık. Yumuşak beyaz parlak tüylerine her dokunduğumda, sarı gözlerine baktığımda, canı isterse benimle sesli iletişim kurduğunda ruhuma dokunduğunu hissediyorum. O artık bir ergen ve güdüleri çalışıyor, mart ayı ve balkondan kokusunu aldığı dişiler onu çıldırtıyor, gece serenatları, ve ben artık oldum demek ve olası eşlere mesaj vermek için etrafa siğiyor ve koku her geçen gün ağırlaşıyor.
Onu her kısırlaştırma olasılığı aklıma geldiğinde -genelde de eşim tarafından anımsatılan -
Aklıma Guguk Kuşu ve Jack Nicholson geliyor.
Her hareketimiz bizim dışımızdaki canlılara acı çektiriyor.

Tantalos Kayası

Tantolos Kaya'sı izmir Yamanlar Dağı'nda yer alan ve dünyanın en verimli ovalarından birine, Menemen Ovası'na bakan yekpare bir kayadır. Hemen yanındaki düzlükte yer alan çeşme, bir ihtimal bu topraklarda bir zamanlar kulaktan kulağa gezen mistik, kadim Tanrıları kavgalarını ve Tantolos'u taşır size. 
(Koşuya çıkmam lazım, koşarken olgunlaşsın yazacağım, emin olun keyif alacaksınız, meraklısı İngilizce'de "tantalizing " sözcüğüne baksın wink emoticon )
Nerde kalmıştık?
Koşu ile bacaklar ve beden yoruldu ve küçük bir kaza ile yarıldı ama zihin tazelendi.
Tantalos Zeus ile Plüton'un oğludur. Atlasın kızı Dione ile evlenmiş Pelops ve Niobe (Ağlayan Kaya ) iki çocuğu olmuştur. Tanrılar sofrasına davet edilmiştir. Tanrılar sofrasından ambroisa yani Ab-ı hayatı çalar. Tanrılar da onu çenesine kadar su dolu bir yere yerleştirirler (Yamanlar Dağı'ndaki Karagöl olduğu rivayet edilir)ve başının üzerine de meyveler asarlar, her su içmek istediğinde su çekilir, her uzandığında meyveler dala dönüşür. İngilizce'de Tantalos'tan gelen tantalize "gösterip gösterip vermemek anlamında kullanılır."
Üzerinde yaşadığımız bu topraklar kadim kültürlerin ana vatanıdır. Bu topraklar olmasaydı Batı Uygarlığı da olmazdı.
Büyük bir hazinenin üzerinde oturuyoruz ama oturduğumuzdan olsa gerek, bu büyük kültürü yanlış bir yerden almaya çalışıyoruz, bu yüzden de sindiremiyoruz.

Ölüm
Üzerine beyaz çarşaf örtülmüş bir hastane sedyesi üzerinde uzanan yaşlı Hintli kadının, bir mumyayı anımsatan çökmüş yüzü, ağzında diş olmayan yaşlılara özgü çökük avurtları, koyu kahverengiye çalan ten rengi, kırlaşmış ve seyrelmiş saçları, yarı açık ışığını, yaşam kaynağını yitirmiş gözleri, derin nefes almak isteyen ağız hareketleri sonrasında son nefesini verdiğini ellerini tutan, büyük ihtimal oğlunun vakur ağlamasını gördüğümde anlamıştım. 
Washington, DC'de Georgetown Üniversitesi Hastanesi'nin acil servisinde tanışmıştım ben ölümle.
Son nefesini gördüğüm ilk ve son insandır bu Hintli yaşlı kadın.
Ölüm düşüncesiyle ve ölümle barışacak yaşa geldim; ölümle karşılaşmadan da korkup korkmayacağımı bilmiyorum, ihtimal o ki anlamayacağım, çünkü ölmüş olacağım.
Insanların eşitliğinin en adil olduğu iki zaman var; doğduğumuz an ve ölüm anı.
Kitaplarla ve yazarak hazırlanıyorum ölüme, ne zaman geleceğini bilmediğim ama mutlaka gelecek olan o an'a.
Bu gün, ölen bir hastanın kızına yazdığı veda yazısında okudum; " günler uzun ama hayat kısa kızım."
Doğum ve ölüm arasında sıkışmış hayatlar yaşadıklarımız, anlamsız kaprisler, kendini beğenmeler, egonun çevremizde yarattığı sevdiğimiz ve sevmediklerimizi kırıp geçirmeleriyle geçiyor hayatlarımız.
Hayata anlam yükleyen tek türüz biz, ölüm olmasaydı anlam da olmazdı, ihtimal.

Amerika

Bütün dolar yüzleri - Benjamın Franklin dışında -beyaz erkek başkanlar . Büyük olasılık 20 Doların kötü başkanı Andrew Jackson yerini bir kadına bırakacak. 
Tarihini ucundan bucağından bildiğim Türkiye dışında hiçbir ülke tarihi Amerika tarihi kadar etkilemedi beni. Homeros'un İlyada'sına benzer biraz tarihi; kan gözyaşı acımasızlık zulüm, zerafet, başarı ve gücün gösterisini, bilimin ve en parlak zekaların ışıltısını ve atomun kemikleri bile kavuran  Vietnam'da Napalm bombasından yanan bedeniyle koşan çıplak kız çocuğununun bedeni görürsünüz, Ay'a basılan Armstrong için küçük insanlık için büyük ilk adım vardır tarihlerinde ve Avrupa'nın Almanlar'ın elinden kurtarılması.
Wounded knee'de- beni vatanımın kalbine gömün- katlettikleri kızılderililer vardır.
Bu ülke şeytanların ve meleklerin savaş alanıdır.
Unutmayın şeytan da bir zamanlar melekti.
Dart Vader'da umut vaad eden masum Anakin Skywalker'dı.

Death Valley
Ben basit bir insanım. İçinde sarcasm (ince alay) olmayacak kadar basit. Egolarım; alt, üst, alter, süperior, sosyal bütün egolarım - biliyorum-buna insanmasa da basitim, toprak kadar, su kadar, gökyüzü ve sizin kadar basitim.
Bu Cuma iznik ultra'da 136 km mesafeyi bitirmeye çalışacağım.
Bir yıl kadar önce Dailymile günlerimden kalma bir yazı mental zorluğu yenmede yanımda olacak.

Sıcak havanın yükselmesinin sonucu oluşan ve net görmenizi zayıflatan dalgalanmaların arkasında her yeri bembeyaz olan , sonradan arkadaşlarıma anlatırken ''arıcı kıyafeti'' içinde diye söz edeceğim bir beyazlık, San Fransisco Havaalanı'nından kiraladığımız kırmızı Dodge sedan arabanın içinde klimanın verdiği serinlikle eşim ve ben (bir zamanlar dünyanın en yüksek sıcaklığının ölçüldüğü) Death Valley'den geçerken, bize yaklaşıyordu. Yakınımıza geldiğinde belinin etrafını saran su mataralarını görmüştük ve bir insanın uygarlıktan bu kadar uzak, kurak ve sessiz bölgesinde hangi amaçla koştuğunu bilmeden aklımda bir film sahnesini olarak anımsadığım görüntülerle geçmiştik, beyazlık dikiz aynasının kavisinde kıvrılarak kaybolmuştu. Bu beyazlar içindeki koşucuyu geride bıraktıktan bir süre sonra gördüğümüz bir kayotenin sıcaktan ve belkide açlıktan yürümekte zorlanan halini fotoğrafını çekmiştim. Koşulların sertliğini anlatan, yetişkini ancak 1 cent (1 kuruş) kadar olan balık fotoğraflarını 1 cent ile yan yan Death Valley'in içinde yer alan müzede gördüğümde daha da çok şaşırmıştım.
O gün aklımda sadece neden sorusu vardı. Neden bir adam dünyanın bu en kurak ve sıcak bölgesinde koşuyordu?
O zamanlar koşmuyordum. Belkide gördüğüm kişi sonradan adını öğrendiğim ve Death Valley'de yapılan Badwater Ultramaratonu'na hazırlanıyordu, ki koşucular ayakkabıları erimesin diye beyaz yol çizgilerine basarak koşarlar bu maratonda. http://en.wikipedia.org/wiki/Badwater_Ultramarathon
Bugünlerde düzenli olarak koşan birisiyim. Neden sorusunun yanıtını hala bilmiyorum ama beyazlar içindeki koşan adamı, biz klimalı arabamızla bir film sahnesini anımsatan geçişimizden 10 yıl sonra şimdi daha iyi anlıyorum.
Fark yaratmak istiyorsan (make a difference) önce farklı düşünecek, sonra farklı olacaksın.
İyi koşular


Anlam


Stamina
ya da 
Your perspective on life comes from the cage you were held captive in.
Shannon L. Alder
Bazen sıkışır kalırsın, iki şeyin arasında belki üç, dört, beş... yorgun ya da hastalıklı bedenin seni içinden çıkılmaz bir derin çukura atar, her çıkmak istediğinde daha da derine doğru gittiğin bir çukura.
Böyle anlarda yaptıkların seni güçlü hale getirecek ya da hastalıklı bir ruh halinin içine hapsedecektir.
Stamina
Yaşama, onu nasıl algıladığınla ilgili birşey. Sevinç anlarında kontrolden çıkmamak, üzüntülü anlarda kontrolü kaybetmemek ile ilgili biraz da.
Sizi sürekli bir kor gibi için için yanan bir ateşle besleyen tutkularınızın olması ile ilgili, tutuksuz bir hayatın size armağanı körelmedir, terk edilmiş bir yangın yeri, saf tertemiz bir siyahlık, kararma.
Cage
Insanın en büyük ikilemidir; yaşadıkların, öğrendiklerin, düşündüklerin, yaşadığın toplum, inançların seni içinden çıkılmaz bir kafese sokar ve öyle alışırsın ki bu kafese etrafını saran çelik inanç ve düşüncelerini yok etmek yerine onları güçlendirirsin.
Güne yenilenerek başlamak istiyorsan her gün, her ay, her yıl önce korkularını yıkmalısın, sonra inançlarını, sana öğretilenleri...
Antoropi evrensel bir fizik kuralıdır, herşey bozunur, sen de!

Kaynaklar Koşusu
Sabah 7:00 suları koşmaya başladığımda ilk önce bir çoban ve keçileriyle karşılaştım, genelde tanıyayım ya da tanımayayım, dağda bayırda karşılaştığım bütün insanlarla mutlaka selamlaşırım ama nedense afyonum patlamamış ki selam vermeden geçtim. Insan faaliyetlerinin (Boktan faaliyetler, kırsalda bok kokmayan yer bulmak o kadar zor ki, yadırgadığımdan değil, ben de bokun içinde büyüdüm ama nerde benim çocukluğumun mis gibi hayvan boku kokusu. Düşünün bir kere dünyanın en ot obur hayvanları hammaddesi tavuk artığı olan yemlerle besleniyor, eğer bu beslenmeyle inekleri doğal ölümünü beklesek -yani kesip yemesek- hepsi kalp hastası ve eklem romatizmasından, yüksek kolesterolden gidecekler, şaşırmayın bazı hastalıklar bütün memelilerde aynıdır.) etkisinden kurtulur kurtulmaz mis gibi sabah serinliği ve çiçek kokusu sarmıştı her yanı, bacaklarım dünkü 25 km'nin ve üstüne 47 km yol bisikletinin yorgunluğundan gitmek istemiyordu. Bir süre sonra birisi atlekcek yürüyüşe çıkmış iki erkeği -artık afyonum patlamış olsa gerek-selamlayarak geçtim. Ah keşke bende onlar kadar huzurlu yürütebilseydim, aheste aheste... ne güzel olurdu.
Terlemeye başlamıştım. Tam 3. km 'de olan çeşmeye geldiğimde suyumu içtim. Sonra bundan 3 sene önce budadığım genç çınar ağacını bir çeşit içsel fısıltı ve selamla geçtim , sonrasında Gürlek denilen Kaynaklar Köyü'nün su kaynağı, İzmir'in su kaynağı Tahtalı Barajı'nı besleyen Tahtalı deresinin başlangıcında sanırım birkaç yıl önce yağmurlu bir günde kovuğuna sığınan yakın temas kıkırdaşmalarla genç bir çifti gördüğüm çınarı ve bana Yüzüklerin Efendisi'ndeki insan ağaçları anımsatan ana gövdesi iki göz bir ağız olan ağacı ve yolu boydan boya kesen suyu geçtim. Biraz sonra yemişli tarla denilen yere geldiğimde uzakta beton kent izmir vardı, burnumda artık iyice hissettiğim bahar ve çicek kokusu. Arıların ve kovanlarının neden bu sene olmadığı aklıma geldi, sonra sanırım yanlış anımsadığımı kovanları belki sonbaharda gördüğümü düşündüm. 
Başlangıçta Nif Zirve yapacaktım ama hayvan terliydi ve yemiyordu. Tekçam'a vardığımda "bari zirve yapmıyorsun vur kendini şu dik patikaya" diye bir çeşit intikamla patikaya girdim, çok sert bir patika olduğunu tekrar öğrenmiş oldum. Düz yola çıktığımda 925 m.'de 7.73 km lerdeydim, 8 km'ye tamamlamak için gitmem gereken yönün zıttına doğru koştum ve o an önümde bir duvar gibi yükselen sırtta muhtemel, kıpkırmızı erguvan çiçeklerini ve ağacını fark ettim.
İnişe geçtim tekrar Tekçam'ı soluma alıp Gökdere Kanyonu'na beni götürecek olan yola girdim. Dere kenarına geldiğimde müziği kapatıp derenin akarken çıkardığı sesleri sindire sindire ve ayakkabılarımın sürtünme sesiyle koşmaya devam ettim. Normalde her zaman ana yolu kullandığım yolumu değiştirip beni bir patikaya bağlayacak yola daldım. Bir süre sonra yaz kış gürül gürül akan çeşmenin yanında iki kamp çadırını gördüm. En dip noktadaydım ve patika tırmanışa başlamıştı. 

Challange

Bir sözcük ve bir cümle değiştirdi benim hayatımı.
28 Ocak 1986 yılında tavanı sigara dumanından kahverengileşmiş, kireçlenmiş kalın kerpiç duvarları sararmış, hemen kapının sağ yanında bir berber koltuğunun olduğu köy berberi köşesinin sağ üst duvara tutturulmuş tahtaların üzerinde yer alan bir televizyonda Challenger uzay mekiğinin havada infilak edişini izlemiş ve challenge kelimesiyle tanışmıştım.
Her dilde olması gereken bir sözcüktür challenge, kendini her gün aşmak isteyenlerin olduğu her dilde. Türkçe karşılığı tam oturmaz bir türlü, sözlüklere göre meydan okumadır karşılığı oysa tam karşılığı değildir. Challenge, zorlukları üstesinden gelinmesi gereken bir değişim ve yenilenme aracı olarak görür ve yılgınlığa yer yoktur, kendini her zorlukta aşmaktır challenge.
Başıma gelen zorlukları hep bir challenge olarak görmeyi öğrendiğim günden beri karınca adımlarıylada olsa geliştim, 44 yaşında başladığım koşu sporunda 10 km'de sub40'ı görmem çok yakındır. 32 dk'da 8 km koşabiliyorum.
Foça, kanımca İzmir'in en güzel ilçesidir, adını Akdeniz fok balıklarına vermiştir. Izmir'den bisikletle Foça'ya gitmek hem asfalt kalitesi hem de Foça'ya doğru başlayan rampasıyla gerçek bir "challenge"'dır.
Şehre indiğinizde eğer şanslı iseniz bir otopark duvarında "keep your soul never quit training" yazısını görürsünüz. Bisikletle sıcak bir yaz günü Foça'ya vardığımda görmüştüm bu yazıyı ve o gündür bu gündür mottom (slogan pek karşılamaz mottoyu ama en yakını da odur, düstur belki, bir nebze) olmuştur. Yaşadığım bütün "challenge"lar ruhumu eğiten bir araçtır.
"Yaşam ondan yaptığımız şeydir" diye okumuştum.
Hayat başınıza gelenlere verdiğiniz karşılıktır.
Virginia Arlington Ulusal Mezarlığı'nda Amerikan iç savaş mağlubu General Robert E . Lee'nin evinin hemen yakınlarında Challenger faciasında ölen yedi astronotun anıtı vardır. Bu anıtı ziyaret ederken yoksulluğun bir kader olduğuna inanılan bir köyün kalın kerpiç duvarlarının kireçleri sararmış, içilen sigaradan tavan tahtaları kahverengiye dönmüş bir köy kahvesinde bir berber koltuğunun sağındaki duvara asılı tahtaların üzerinde duran bir televizyonda 18 yaşında uzaya meraklı bir gencin gördükleri karşısında ne çok üzüldüğünü anımsadım.
Sadece inanmak sözcüklerin ve anların büyüsüne inanmak sizi hiç ummadığınız yerlere götürecektir. Hayat bir challenge'dır ve ruhunuz bedeninizde olgunlaşır. Eğer hayatta bir challenge'nız yoksa olgunlaşacak bir ruhunuz da yoktur.

İzmir

Çatalca (Seben) Göleti Çatalca Köyü'ne 1 km uzaklıkta bulunur. Etrafı kızılçam ağaçlarıyla kaplı orman tarafından kuşatılmıştır. Türkiye'nin enfes ya da alfonso denilen en değerli sofralık üzümünün bağları bu göletin suladığı topraklarda başlar ve batı yönünde yaklaşık 10 km bir tırmanış ile ulaştığınız 800 m rakımlı geçite kadar yer yer devam eder. Bu üzüm bağları, bu toprakların hala katır ve atlarla tarımı yapılan en önemli geçim kaynağıdır. Ege Denizi'nin serin sularının nemi bu üzümü besler bütün yaz boyunca. 800 metre rakımlı bu tepede tek tük yaşlı çam ağaçları ve üzüm bağları, üzüm bağlarının olmadığı yerlerde orman kaplamıştır her yönü. Çok uzaklarda doğu yönünde Nif Dağı bütün haşmetiyle durur ve gören bir gözünüz varsa eğer yer yer kıvrılmış bir çarşaf gibi al gözüm seyreyle dağlar sizi karşılar ve bir yanda İzmir Körfezini öbür yanda Özdere Gümüldür Ürkmez boyunca uzanan Ege Denizi'ni görürsünüz. Bu geçitin batısında Efemçukuru Köyü ve hemen yanında artık bir küçük modern kasabayı anımsatan bir derenin içine sıkışmış TÜPRAG altın madenin tesisleri vardır. Altın madenin içinden geçen orman yolu gene enfes üzümüyle ünlü Kavacık Köyü'ne götürür sizi. Bu kadim köylerin Teke Dağı'nın yörüklerinin yerleşik yaşama geçmesiyle oluşmuş olması muhtemeldir. Dikkatli bir göz bu dağlarda artık yıkıntıları kalmış keçi ağıllarını kolayca fark edebilir. 
Teke Dağı'nın güney bölümünde yer alan Beyler Köyü bir ortaçağ kale kasabasına benzer, yörüktürler, (belki bir başka yazının konusu, bu köyün etrafında yer alan kadim kültürlerin kadim kuyuları ve ağzına konulan ve su çekerken ipin bir bıçak yarası gibi iz bıraktığı kuyu ağızı taşlarının hikayeleri saklıdır) sıcak bir yaz günü kahvelerinde içtiğiniz bir bardak çay ömre ömür katan cinstendir.
Çatalca (Seben) Göleti'nin hemen yanından geçen yol sabah saatlerinde gölgededir ve göletin bendinin hemen yanıbaşında sizi rahatsız eden yeşile boyalı metruk bir bina vardır. Yol kenarından çam ağaçlarının arasından gölete vuran zümrüt yeşili orman yansısını görürüm, bacaklarımdaki beni buraya ulaştıran kısa ama sert yokuşun yorgunluğu birazda yolun düzleşmesinin etkisiyle yok olur, o an bir sessiz gülümseme eşlik eder bana. Bu gülümseme çok kısa ömürlüdür, bu dağlarda hiçbir düzlük sizin yorgunluğunuzu alacak kadar uzun sürmez ve yaklaşık 15 km sürecek olan bir tırmanış başlar en yüksek noktaya vardığımızda sağ tarafta bir ulu karaçam sizi karşılar, hemen yanında Ege Bölgesi'ni tarayan meteo radarı vardır. Bu yüce ve heybetli karaçamın yanına kadar zaman zaman gider gövdesine dokunur kendimi dinlerim. Her defasında bu ulu ağacın yanından mutlu ayrılım; ki çok az insanda bulduğum bir mutluluktur bu. 
Sonra beni Gaziemir'e kadar götürecek olan iniş başlar, kıvrılarak yüzen bir balığın hareketlerine benzeyen keskin virajlı bir yoldur bu ve bisikletimle bu virajlara her girdiğimde yana yatan bisiklet ve düşme korkusunun verdiği serotonin salgısı vücudumda bir esrime hali olarak kendini gösterir. O an bazen bir çığlık eşlik eder bana.

Bu Topraklar



Bu toprakları çok sevdim ben, insanını sevdim, ana avrat ağız dolusu küfretmek istesemde yaptığı seçimlere, aptallıklarına, aptallıklarıma, çok sevdim. 
Bir insan nasıl sevmez ki kokusunu ilk duyduğu, ilk dokunduğu yer olan toprağını, kara sabanın, pulluğun yardığı nemli toprak kokusunu, lastik ayakkabılarına bulaşan çamurlanmış toprağın kokusunu ya da tırnak aralarına dolan boz , kahverengi siyah toprağın kokusunu ya da ilk yağmurlarla ıslanan sonbaharda yükselen toprağın kokusunu. Nasıl sevmez bizi biz yapan anılarımızı?
Toprak dediğimiz şey anılarımızdır, elimize ayağımıza tozuyla kokusuyla bulaşan, anılarımız.
Doğduğumuz, doyduğumuz yerdir. Sonra da bedenimizi armağan ettiğimiz, ona karıştığımız, ağaç olduğumuz, çiçek olduğumuz, çiçek olup tohum olduğumuz, tohum olup börtü, böcek, kuş olduğumuz yerdir.
Marsık derisiyle güneşin altında yanan tenini ve nasırlı ellerini, işçisini, köylüsünü, harami sofralarında kurtarılan ve camilerde din bezirganları, akıl hocaları tarafından Allah'la korkutulup sömürülen işçinin, köylünün, emekçinin nasırlı ellerini sevdim.
Sigara isi kirli eksik dişleriyle gülüşünü sevdim bu insanların.
Dünyanın bütün çocukları gibi saf çocuklarını sevdim.
Sonra koca koca insanlar, haramiler, akil adamlar, akıl hocaları, kumpasçılar, sülükler, beleşçiler, onlar için en iyisini bilenler, kan içiçiler, namussuzlar, engerekler ve çiyanlar, aşımıza ekmeğimize göz koyanlar, işte onlar bu toprağı aldılar elimden ayağımdan ruhumdan ve diktiler gökdelenlerini, saraylarını, kutsalımın içine sıçtılar.
Vatan dediğimiz şey; çocukluğumuz, ilk gençliğimiz, ilk aşkımız olan kız, ilk aşkımız olan erkek, acısına ortak olduğumuz, gülüşünü paylaştığımız insandır. Anılarımızdır ve en zorlu anlarda sığındığımız yerdir.
Çıplak ayağımızla koştuğumuz sımsıcak bir yazdır...

Çağımız

Bu sabah Nif Dağı koşusu için evden çıktığımda saat 7:00'ydi. 
Optimum'u geçtikten sonra otaban yol ayrımında beyaz üst giymiş genç bir adam benden önce geçen araca otostop için el kaldırdı, araç durmadan yoluna devam etti. Sıra bana gelmişti durdum. Adam araca bindi. "Kaynaklara doğru gidiyorum" dedim. "Tamam ben de o yöne gidiyorum." dedi. Dağkızılca köyündenmiş, anne babasını ziyarete gidiyormuş. Hilton'da komi olarak taşeron bir firmaya çalışıyor ve aylık 950 lira para kazanıyormuş. Dün bütün gece evde birçoğumuzun yaptığı gibi bilgisayarın başındaymış. Sabah kalktığında birazda bilgisayarın başında uzun süre kalmış olmaktan sıkılmış ve " Köye gitmeliyim" demiş.
Onu Buca Gölet yol ayrımında bıraktım.
Dün Terminatör " genysis filmini izledim. Güvenlik monitörlerine bakmak yerine akıllı telefonuyla birşeyler yapan bir adam vardı. Sonu hiç iyi olmadı.
Bilgisayarlar, akıllı telefonlar ve bunlarla kullandığımız, internet ve sosyal ağlar farkına varmadığımız ama kentleşmeden sonra, bizi doğamızdan alıkoyup yalnızlaştıran bir araca dönüştürmüş durumda, bunun 10-15 yıl sonra bize, insana yapacaklarını tahmin etmek çok zor. Bence ilişkiler anlamında birbirimizden uzaklaşacağız ya da sosyal medyada bir fotoğraf paylaşmak için bir araya geleceğiz. Daha da yalnızlaşacağız.
Belki Gezi'de olduğu gibi sosyal ağlarla kitle hareketleri daha iyi organize olabilir ama bir toplumu değiştirmek o kadar kolay değil.
Sistem (yönetenler, big brother) herşeyimizi bilecek, kontrol edecek. Biraz akıllıysanız birinin sosyal ağ hesabına bakarak ne olduğunu anlarsınız.
Terminatör'de genisys dünyayı ele geçirmek istiyordu ve geri sayım başlamıştı.
Yaşadığımız en büyük paradokslardan birisi de internet ve sosyal ağlara obsesifleşmek üzere olan bağımlılıklarımızı eleştiren düşüncelerimizi, sosyal ağlar ve internet dışında paylaşacak araçların bir bir gücünü yitirmesi.
Smart kalın, d-smart'ta değil!

Rosebud
Bir çoban duygularını üflüyor kavalına.
Geceleyin doğar şairler, sessizlik var oluşumuzu en derinden hissettiğimiz andır çünkü, ve ancak gece tanrısal bir sessizlik sunar size. Uzak, çok uzak yıldızların ya da Ay'ın aydınlattığı bir gecede şehir ışıklarından uzak yüksek bir tepeye oturur ve uzaklara dalarsa gözleriniz, ruhunuzun size sizi fısıldayan türlü hikayelerini duyarsınız.
Sessizliğin sesini işitmekle başlar sessizlik.
Kentlerin, televizyonlar ve radyoların, arabaların, insanların kuru gürültüsünden sıyrılabiliyorsanız eğer; çocukluğunuzla, çocukluğunuzun anne ve babasıyla ve daha nice kahramanıyla da bağ kuruyorsunuzdur demektir.
Insanı insanlıktan çıkarmak istiyorsanız, çocukluğu ile olan bağını koparın, masumiyetini yok edin sonra, öyle ya da böyle çocukluğunu yaşamamış insanlar çıldırır en çok, vahşileşir.
Yurttaş Kane sinema tarihinin en önemli filmlerinden birisidir. Herşeye sahip milyarder medya imparatoru son nefesinde "rosebud" (gül tomurcuğu) der. Başka bir gazeteci bu milyarderin hayatını araştırmaya başlar ve "rosebud"'ın çocukken dedesi ile bir gölde kullandıkları bir kayık olduğunu bulur.
Çocuklukta yaşadığımız mutluluklar, en kalıcı olanlardır, bizi en çok etkileyen.
(Bazıları aslında "rosebud"'ın milyarderimizin kız arkadaşının klitorisine taktığı isim olduğunu söyler, ihtimal doğrudur. Çünkü her heteroseksüel erkek cinsellikle takıntılıdır.)

Scott Jurek
Apalaş Dağları, Afrika Kıtası'nın 480 milyon yıl önce Kuzey Amerika'yı ittirmesi ile ortaya çıkmıştır. 
Amerika'da mal gibi üç sene yaşadığım süre içinde biraz da eşimin zorlamalarıyla, Virginia Eyalati içinde yer alan en yüksek noktasına, çıkmıştım.
Cehaletimizi mal olduğumuzu anladığımız gün yenmeye başlarız. Kişisel aydınlanmanın başka yolu yok!
Scott Jurek adamımdır. Şans eseri ben koşmaya başladığımda " bu koşu işinde neler olup bitiyor?" diye okuduğum iki kitabın da baş karekteri. Bu kitaplar "Born to Run ve "Eat and Run (ne yazık ki bu kitapların Türkçe'si yok, hangi alanda olursa olsun kendinizi geliştirmek için İngilizce öğrenmek zorundasınız.)
Kendisi vegan bir koşucu.
2189 mil yaklaşık 3500 km'lik yolu günlük 50 mil (76km) koşarak 46 gün 8 saatte bitirdi.
Daha önceki rekora bir bayan koşucu sahipti ve 46 gün 11 saatti.
Koşarken bu adam gelir hep aklıma ve soyismindeki Jurek hep bana Türkçe yürek gibi gelir.
Neyse her zaman olduğu gibi gelişmiş bir toplumun bireyi ile geri kalmış bir toplumun bireyi ikilemi arasında kalarak "adamlar yapıyo abi " dediğimiz bir hayranlıkla mal mal bu adamları izlemeye devam edeceğiz, sıkışınca da emperyalist köpekler diye aşağılayacagız.


Neden Koşuyorum?

Her sabah kütük gibi olmuş bacaklarla uyanırım, erkenden. Koşmaya başladığımda acı bacak kemiklerime vurur önce, bilirim ısınınca hissetmeyeceğim acılardır bunlar. 
Arabalar, uçaklar ve roketler... harekete gecen her nesne en çok ilk hareket anında harcarlar enerjilerini. 
Güneş turuncu yükselir sol yanımdan; bazen bir bulut, bazen havadaki pus güneşin turuncusunun tonlarını etkiler ama hava ne kadar soğuk olursa olsun içinizi ısıtır.
Bugün koşarken kendi kendime konuşurken her zaman sorduğum sorulardan birini sordum : "Neden koşuyorsun?"
Orhan Pamuk bir röportajında; " Yaşanmayan hayattan intikam almak için yazıyorum." demişti.
Ben de yaşanmayan bir hayatı yaşanılır kılmak için koşuyorum. Koşarken hiçbir zaman olmadığı kadar çok sınırlarımı zorluyorum, ciğerlerim patlayacak, kalbim duracak, kaslarım beni taşıyamayacak hale geliyor.
Acı çekiyorum, tarifini koşanların bildiği acılar.
Fiziksel acılar ve zorluklar olgunlaştırır insanı, ruhsal acılara hazırlarlar. Her insan acı çeker, bilirim.
Koşarken anılar toplarım bir de, çocukluğumda bıraktığım anılar, gezip gördüğüm dağlar ormanlar, kentler, sokaklar gelir aklıma, arkadaşlarımı düşünürüm, konuşurum onlarla. Mutluluk gerçeklikten koptuğunuz anlarda var olur çoğunlukla. Alnıma saçlarımdan düşen her ter damlası güç verir, ben ben olurum.
Yaşanmayan hayatlarımız var hepimizin. Ben koşuyorum intikamım "acı" oluyor.

Ölümün Anlamı

Üzerine beyaz çarşaf örtülmüş bir hastane sedyesi üzerinde uzanan yaşlı Hintli kadının, bir mumyayı anımsatan çökmüş yüzü, ağzında diş olmayan yaşlılara özgü çökük avurtları, koyu kahverengiye çalan ten rengi, kırlaşmış ve seyrelmiş saçları, yarı açık ışığını, yaşam kaynağını yitirmiş gözleri, derin nefes almak isteyen ağız hareketleri sonrasında son nefesini verdiğini ellerini tutan, büyük ihtimal oğlunun vakur ağlamasını gördüğümde anlamıştım. 
Washington, DC'de Georgetown Üniversitesi Hastanesi'nin acil servisinde tanışmıştım ben ölümle.
Son nefesini gördüğüm ilk ve son insandır bu Hintli yaşlı kadın.
Ölüm düşüncesiyle ve ölümle barışacak yaşa geldim; ölümle karşılaşmadan da korkup korkmayacağımı bilmiyorum, ihtimal o ki anlamayacağım, çünkü ölmüş olacağım.
Insanların eşitliğinin en adil olduğu iki zaman var; doğduğumuz an ve ölüm anı.
Kitaplarla ve yazarak hazırlanıyorum ölüme, ne zaman geleceğini bilmediğim ama mutlaka gelecek olan o an'a.
Bu gün, ölen bir hastanın kızına yazdığı veda yazısında okudum; " günler uzun ama hayat kısa kızım."
Doğum ve ölüm arasında sıkışmış hayatlar yaşadıklarımız, anlamsız kaprisler, kendini beğenmeler, egonun çevremizde yarattığı sevdiğimiz ve sevmediklerimizi kırıp geçirmeleriyle geçiyor hayatlarımız.
Hayata anlam yükleyen tek türüz biz, ölüm olmasaydı anlam da olmazdı, ihtimal.