Miranda
Dün akşam görelilik üzerine bir
sohbet programını izlerken bilmediğim iki sıra dışı olay öğrendim.
Jupiter'in uydusu IO Güneş Sistemi'mizin en hareketli volkanik
gökcismiymiş. Teorik olarak, volkanik aktivitelerin kütle artıkça daha çok olması
gerekirken bizim Ay'dan daha küçük olan IO'da bu kadar çok aktif volkanın
olmaması gerekiyormuş ama durum tam tersiymiş. Uranüs'ün uydusu Miranda
(William Shakespeare'in bir karekteri) gene sıra dışı olarak çok
derin yarıkların olduğu bir biçimdeymiş, dış kabuğu olmayan bütün bir
ceviz gibi. Bu her iki durum da Jupiter'in ve Uranüs'ün bu uydular üzerinde
oluşan çekim kuvveti yüzünden oluşuyormuş. Jupiter IO'ya her yaklaştığında onu
çekim kuvvetiyle şişirip volkanik aktivitelere neden oluyormuş. Miranda'da aynı
şekilde Uranüs'ün çekim kuvveti yüzünden kutlesinin bir kısmını Uranüse
kaptırdığı için kabuksuz bir bütün ceviz gibiymiş.
Ay'ın
med-cezir dönemlerinde dünyamızın kaya kütlesini de bir balon gibi şişirdiğini
okuduğumda da şaşırmıştım.
Koşarken
aklıma gelen metafor ise şuydu: ikili ilişkilerde eğer çok güçlü bir çekim
alanına kapılırsanız fizik kurallarına göre birşeylerinizi kaybedersiniz.
Kendi
içinde çekim güçü eşit olan ilişkilerimizin olması sanırım en güzeli.
Kapitalizm'de
sıradan insanlar hep IO ve Miranda olmaya devam edecek zaten...
Düş
Sabah soğuktu
evden çıktığımda. Urla'dan Bademler Köyü'ne doğru giderken çıktığım yokuştan
sonra Ovacık Köyü'nün çıkışında iş makinaları ve insanların çalıştığı tarladan
yükselen taze sürülmüş toprak ve yanan çalı çırpı kokuları minicik elleriyle
beni aldılar götürdüler, neden yaşadığımı bilmediğim, toprak ananın sıcak
sımsıcak koynunda olgunlaşan bir çocuğun çocukluğuna.
Bisikletimin lastiğinin patlaladı. Bölündü düşüm.
Bölündü düşlerim, dudaklarımdaki çocuk gülümsemelerimle
düşlediğim düşlerim bölündü. Bir yaprak usulca, sessiz sedasız toprağa düştü
duymadım düşüşünü, duymadınız . Oysa o bizden sonra bir çocuğun toprağın
kokusunda düş görebilmesinin masalı yazıyordu. Gördüm.
Yolculuk
Cumartesiydi.
Soğuktu.
Mercimek çorbasının sıcaklığı yetmedi içimi ısıtmaya. Alt
tarafı, sevgisiz ticari bir çorbaydı çünkü Urla'da içtiğim. Annemin, -beni
koşulsuz seven tek kadınının- elleriyle hazırlanmamıştı çorba.
Soğuktu.
Cumartesiydi.
Seferihisar'dan Kavakdere Köyü'ne doğru yol alırken gördüğüm bir çoban, birkaç
koyun ve yeni doğmuş bembeyaz , karbeyazı, baharı beklemeden doğmuş, aceleci
bir kuzucuk. Diğer koyunların kirliliğini ve kuzunun saflığını gördüm ve
hayatın biz büyürken bütün saflıkları nasıl kirlettiği geldi aklıma.Bembeyaz,
saflığın simgesi olan kuzu ve diğerleri zıplayarak geçtiler hendekten. Çoban
bana ben ona gülümsedim. Kirlenmek için gelen beyazlık, minik,
miniminnacık, bahar müjdecisi kuzucuk neşeyle zıplıyordu son gördüğümde.
Soğuktu.
Bisikletimin zincirinden gelen ses eşlik etti yalnızlığıma. Sürdüm.
Cumartesiydi.
Hasanağa Bahçesi
Güneş gri
bulutların arasından gül kurusu kollarını uzatmamıştı daha.
Yağmur çiseliyordu.
Serez'in esnaf çarşısında şeyhimin çırılçıplak bedenine düşen
yağmur değildi çiseleyen. Çiseleyen sıradan, hiçbir özelliği
olmayan alelade, bir yağmurdu.
Yağmur çiseliyordu.
Çoban köpeği olmaya zorlanmış, kulakları ve kuyruğu kesilmiş
küpeli bir köpek bir ağacın gövdesini kokluyordu. Her sabah bölgelerine giren
yabancı köpekleri hunharca hırpalayan köpek sürüsünden birkaçı soğuktan olsa
gerek kıvrılmış tartan pistin üzerinde uyuyordu. Kuyruğunu ve sağ kulağının
yarısını bir kavgada kaybetmiş vakur tekir kedi her sabah onları besleyen
teyzeyi bekliyordu. Sarıya yenik düşmüş çınar yaprakları parka renk katıyordu
yeşil çimenlerin üzerinde. Geceden kalma bira kutularını ve sonbahara can
vermek için bir bir düşen yaprakları temizliyordu çöpçüler.
Gözlüklü, kocaman gözlü, şirin bir kız öğrenci hayalleriyle kucağındaki
kitaplarına gömülmüş hukuk fakültesine doğru gidiyordu.
Rengarenk giysileriyle ve türbanlarıyla imam-hatibe giden kızlar ve belki
yoksulluktan, belki ergenliğin hızlı gelişiminden, belki de hormonlarının
ruhunda yarattığı fırtınadan etek boyunu diz üstüne çekip minileştirilmiş kız
öğrenciler yan yana sabah mahmurluklarını atamamış yürüyorlardı okullarına
doğru. Birkaç erkek öğrenci de sigara içerek yer buluyordu kendilerine bu
çiseleyen yağmurun altında.
Ben çocukluğumun geçtiği çalılarının arasından gelip, kentin sert asfalt
yollarına ve beton duvarlarına çarpan rüzgarlı, duman kokulu hengamesine
koşuyordum.
Güneş, İlyada'nın yaprakları arasından yükselip gül kurusu kollarını gri yağmur
bulutları arasından uzatmamıştı. Bedrettin'in çıplak bedeni Serez'in esnaf
çarşısında ıslanalı yüzyıllar olmuştu.
Birçoğunuz uyuyordu.
Ben düş kuruyor, koşuyordum.
Dağda
Gödence
Köyü'nden yola çıktığımda yanımda yalnızlığımdan başka bana eşlik eden yoktu.
Birde kendi korkularımın dostluğu eşlik ediyordu bana. İzmir
dağlarında yalnız bisiklet sürmüşlüğüm ve yürümüşlüğüm çoktur benim.
Sessizliğin sesini hissedersiniz, yalnız yürürken ve en küçük çıtırıya kulak
kesilirsiniz. Av olmanın ne demek olduğunu anlatan bir uyanıklık vardır
üzerinizde, başınıza gelebilecek kötü bir olayda bulunduğunuz yerde saatlerce
hatta günlerce kalabilirliliğiniz en ilkel güdülerinizi devreye sokar. Böyle
anlarda kendinizi inanılmaz kırılgan ve güçlü hissedersiniz. Kırılganlık
yalnızlıktan gelir, güç de.
Ayaklarımdaki dağcı botlarının toprağı her çiğnediğimde çıkan ses eşlik ederken
bana hayal kurmanın keyfiyle yürüyordum. Korkularımın ürpertisi sardı bedenimi.
Ormanın inde önüme çıkan her küçük boşluk rahatlattı beni. Yağmurun çıkardığı
sesle irkildim yürürken.
Hayat tekil ya da çoğul akıp gidiyordu.
Gödence Köyü'nden yola çıkmıştım.
Yalnızlığım eşlik ediyordu bana.
Nif’te Bisiklet Kazası
Düştüm. Sağ
üst dişimdeki ağrıyı hissettim ilk önce. Sert, keskin, acı. Kırık.
Nif'in, kış aylarında karda yürüyebileceğiniz İzmir'e tepeden
bakmayı hak eder bir duruşu vardır. Eğer Nif'e güney yüzeyinden çıkarsanız
kızıl çam ormanlarını geçer ve 1000 metrede, önce kokusuyla ve sonra
varlıklarıyla ardıç ağaçları karşılar sizi. Ovacık, Gelin ve Nif dağlarının
arasında kalan, eğer şanslıysanız yılkı atlarıyla karşılaşabileceğiniz çayırlı
bir düzlükle ve bu düzlükte serpiştirilmiş olarak başlayan sonra ormanlaşan
karaçamlarla karşılaştığınız bir düzlüktür. Baharda bu çayırlıkta rengarenk
çicekler kaplar her yanı.
Doğusundan çıkmak isterseniz Kaynaklar Köyü'nden yola çıkmanız gerekir.
Kuzeyinden Kemalpaşa'dan yola çıkarsınız. Serttir bu çıkış.
Dudağımda hissettiğim acı, bir pazar günü Buca'da bir hastanede nöbetçi bir
doktorun ellerinde sağ üst dış yüzeyinde 3, alt dudağımın iç kısmında 5 dikişe
dönüşecekti.
Nif adı, bu topraklara artık adından başka bir şey bırakmadığımız kadim Rum
dostlarımızın armağanıdır. Nif Dağı'nın tam karşısında Gelin Dağı vardır. Nif,
Rumca gelin demektir.
Bazen yaşadıklarımızı önce kurar sonra yaşarız sanki. Böyle bir gündü yaşayacağım.
Sabah erkenden çıkmıştım yola. Kasımdı. 23'tü. Pazardı. 400 metreden Kırıklar
Köyü'nden başladık tırmanmaya, bisikletim ve ben ağaçların arasında dolaşan
adını bir türlü koyamadığım çocukluktan beri bildiğim bir fısıltıyla gezen
kahverengi sessizlikti bir de var olan.
Yaklaşık 15 km tırmanarak ulaşırsınız Nif Zirve üzerinde yer alan yangın
kulesinin yanına. Yol taşlık ve bozuktur, bazen dengede kalmak bile büyük
marifet ister tırmanmaktan yorulan bacaklarınızla.
Bir av köpeği Nif'in güney yüzeyinin tam ortasından gecerek kuzeye doğru
kıvrılarak Kaynaklar Köyü'ne doğru yol alırken karşılaştı benimle. Korktu.
Korktuğunu görünce üzerine doğru sürdüm. Kaçtı. Yoldan çıkabileceği bir patika
buluncaya kadar kovaladım onu.
İnişe geçmiştim köpeği kaybettiğimde.
Anlamadım. Neden? Anlamadım. Neden ben? Acaba ne kötülük yaptığımı düşündüm ilk
acıdan sonra. Neden? Nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Neden ben? Telefon
etmeliydim. Yanlış girdiğim pin kodu nedeniyle telefonum kilitlendi. Alt
dudağımdaki yarığı önce dilimle hissettim. Telefonun ekranından baktığımda
aklıma köfte geldi nedense, kırmızı ve kanlıydı. Ne yapmalıydım? Bisikletim
yerde yatıyordu onun sadece elceği yaralanmıştı, gördüm. Gidecektim. Kalktım ve
bisiklete bindim biraz sonra Tekçam'ı gördüm. Onu görür görmez nerede olduğumu
anladım. Yangın göletinin orada avcılarla karşılaştım. Nasıl kötüyüm değil mi?
dedim.
-Yok birşeyin dediler.
Sürdüm. 7 km sonra köydeydim.
Nif dağlarla olan sevdamın başladığı yerdir benim. Her sevda gibi içinde acı
vardır, yalnızlık vardır, kendinle olan savaşın başladığı, yenilgiyi, umudu ve
umutsuzluğu tattığın bir an vardır. Üşümek vardır yokluğunda...
Sevgilidir.
Çocukluk
Uyandırdık ,
sessizliğin sesinde; bir kuş öterdi alaca şafağa, yanardı gözlerim gri sabah
göğünün altında , kümeslerden gelen kanat çırpışları bölerdi sessizliği,
traktörün gürültülü sesine, geniz yakan yanık mazot kokusu eşlik ederdi. Ezan
yükselirdi, çocukluğumun masum sesi.
Uyandım, kentin beton duvarlarına çarpan soğuk ezan sesine.
Sokak lambalarının turuncu ışığı çalmış sabah aydınlığını. Kuşlar çoktan terk
etmiş bulunduğum yeri. Gürültüyle çalışan araba seslerine çıplak asfalta
dokunan lastik seslerinin hışırtısı eşlik ediyor.
Günaydın.
Siz nasıl bir sabaha uyanacaksınız kimbilir?
Hakkari’de Bir Okul
Kardır etrafı
saran beyazlık. Bu gözler ki, gördüler coşkuyla düşen çığlıklarını ve
sessizliğini yolları kesen ölmüş çığların.
Gece olurdu ve gaz lambasının titrek alevine düşerek ölürdü
karanlık. Dilimde Adiloş Bebe'nin Türküsü, bu toprakların yiğit sesi Ahmet
Arif. Beklerdim korkarak, kapıyı çalacak karanlığın ihanetiyle dost, eli
silahlı adamları ve sessizce yaklaşan sabahı; sönmüş odun sobasının yanında
kıvrımış kirli yatağımda unutulmuş bir dağ köyünün unutulmuş bir okul lojmanında.
Dünya çok büyüktü, ben küçük küçücük, korkak, cahil, yalnız,
kimsesiz; yorgun tütün tarlalarından taşıdığım gençliğimle bir başıma, masum,
kederli.. Hakkari dağlarında bir köyde öğretmendim.
Yalnızlık daha bir yalnızdır orada ve dünya kış ortasında bir
gezegendir, her yeri kar olan, çıplak ayaklarıyla öğrencileri, yoksulluğu ve
beni yaşatan.
Ben, çocukluğumun Küçük Prensi ve şapkasında fil yutmuş bir boa yılanı...
Kimse duymadı.
Kimseyi duymadım.
Yeni Yıl
Oturdum
arabama, spor sonrası incirimi yiyordum. Üzgündüm. Bir insan mırıltısıyla
başımı kaldırdığımda tam önümde çöp tenekelerini karıştırmak için sürekli
eğilmekten olsa gerek, siyah kabanının sağ koltuk altı bembeyaz kir olmuş,
bıyıklarında duman sarısı kiriyle güneş yanığı yüzüyle 50-60 yaşılarındaki
amcayı gördüm. Çöpleri karıştırıyordu. Amerika'da evsizler için politikacıların
bir söylemi vardır "kendi seçimleri" diye. Bizimkilerin de severek
katılacağı bir fikirdir bu. Sorgulamak zor olandır çünkü, inanmak kolaydır ve
güç verir küçük beyinlere. Ayakkabı kutuları bu ülkede kimileri için milyon
dolarlar saklamak için, kimileri içinse atık kağıt olarak toplayarak üç kuruşa
satmak içindir. Adaleti olmayan bir dünyada daha adil bir 2014 yılı güzel bir
dilektir. Güzellikte bir insanı özgür kılan birkaç değerden biridir. Nice
yıllara.
Kentler
Uzun bir
aradan sonra tekrar dağ koşularından birini yaptım bugün. Bir tuhaf mutluluk
sardı içimi, meğer ne çok sıkıcıymış betonlaşmış turuncu yapay çim pist
üzerinde koşmak.
Şehrin dışına çıktığınız an "iklim değişip Akdeniz
olur" yeşili hissetmek yapraklarda ve duymak rüzgarın bir ihanet konuşması
hışırtısını çalıların ince çırpılarında ve mavi gökyüzünün özgürlüğünü görmek,
beton tuğla karışımı bloklara sıkışmamış. Bir de şehrin insanlara yaptığının
aynısını yaptığı şehir güvercinleri ve kargalarından daha bir kuş, kuşlarla
karşılaşmak... Ve çamur, her bastığımızda hissettiğiniz toprak.
Dağları romantize edin, şehirler artık kaçmak için
yaşadığımız yerler. Bir savaş ve yağma hali... Ruhumuzu yiyip bitiren bir mahşer.
Yıldız Tozuyuz
Carl Sagan'ın
bir Kitabı'ndan Jodie Foster'un oynadığı bir filme dönüşen Contact filmi beni
en çok etkileyen filimlerdendir. Bunun bir nedeni de çocukluk ve ilk gençlik
yıllarımdaki tütün tarlalarından gelir; tütün serinde toplanmalıdır ve ancak
geceleri serindir sıcak Ege yazları, bu yüzden gecelerin gökyüzünü iyi bilirim
ben, sırtımda kara toprak yapay ışıklarla kirlenmemiş gökkubbenin sonsuzluğuna
bakmışlığım çoktur.. Ve gökyüzü, yıldızlar, çam ağaçlarının siluetinin ve dağların
ufuk çizgisi olduğu sonsuzluk, öyle yakın, öyle heybetlidir ki, o an yalnızlık
avcısı dostlardır sizi saran. Ve bakmak Samanyolu'a; bir ucundan öbür ucuna
gezdirmek gözlerinizi ve bir yıldızın kayması, ışığıyla yararak gökyüzünü
içinizi rahatlatır ya da hüzün, inanıyorsanız bir canlının daha sonuna
geldiğine güzel yaşamın. O karanlık gecelerde, oralarda bir yerlerde bir ET,
bir canlı olma ihtimalinin heyecanı kaplar içinizi; "merhaba
Dünyalı!" der bir ses usulca, sadece siz duyarsınız.
Contact filminde babası kılığında Jodie Foster ile konuşur öteki tür, uzaylılar
ve gökyüzüne dokunduğunda baba ve kız plazma yapısıyla ellerimi sarar gökyüzü.
İşte o gün anlamıştım, öğrendiğin herşeyi her gün yıkmadıkça yeni hiçbir şey
öğrenemezsin, bir süre sonra doğru bildiklerinin kölesi olursun.
Çocukların neden en iyi öğrenciler olduklarını çok iyi biliyorum artık ve neden
çok şaşırdıklarını, ve neden yaşlıların gasbet, çekilmez olduklarını; yaşlılar
doğruları çok olan, çok bilenlerdir, bilgi beyinlerini katılaştırmıştır.
Çocuk kalın, bulabilirseniz eğer bulutsuz bir gecede zifiri bir karanlıkta
doğdumuz yer olan ve hala anlayamadığımız karanlık maddeden, karadeliklere...
kadar tüm hammaddemizin piştiği gökkubbeye bakın. Ilk çocukluğuna bakın
evrenin, bizim çocukluğumuza benzeyen evrenin çocukluğu ve bize ancak ulaşan 1,
5, 10, 11... milyar ışık yılı uzaktan gelen başıboş sonsuzluğa yol alan
ışıkları görün, mest olun.
Yıldız tozuyuz, altının ve toprağın ve suyun ve bilcümle varlığın piştiği
yerden geliyoruz. Bir ölmüş güneşte, bir karadelikte sönecek ışığımız.
Hepimizin.
Anlam
Uzun süre
kendimi hayatın anlamını ararken buldum, sonra şöyle bir sonuca vardım; her
bulduğum dediğin anda anlam değişir.
Sonra vazgeçtim.
Yaşadığın andır anlam, gerisi felsefe derslerinin konusu
olabilir ancak.
İnançların ne kadar güçlüyse o kadar kölesi olursun
inandıklarının, kölelik sadece efendileri güçlendirir.
Akıl, ise sadece güvendiğin, acımasız bir ruh olursun.
Hayat bir iptir, elindeki çubuğu dengede tutmayı öğren.
Düşersin.
Yaşar Kemal’in Ardından
Ahh Yaşar
Kemal'im
Sabah topladığımız tütünleri yaprak yaprak iğneye (bir çeşit
arkasında ip geçmesi için delik olan şiş) dizerken radyo tiyatrosundan tanıdım
ilk İnce Memed'i, Topal Ali'yi, Hatceyi, Abdi Ağa'yı...
Çok sonra öğrendim Yaşar Kemal'i. Başta Ince Memed kitaplarının
çoğunu okudum lise yıllarımda. Haksızlığa, sömürüye ve adaletsizliğe olan
isyanım biraz da İnce Memed karakterinden gelir.
Bir röportajında şöyle demişti büyük çınar: "insanlar
ağaca benzer , siz yapraklarını ve dallarını görürsünüz ama her ağaç gibi
insanın da görünmeyen kökleri vardır."
O gündür bu gündür, hep köklerini merak ederim insanların. Çünkü aynı ağaçlar
gibi, insanlar da köklerinden beslenir.
Güle güle büyük çınar.
Star Wars
Star
Wars benim için çok önemli bir filmdir. Hayatımdaki her unutulmaz önemli şey
gibi çocukluğuma uzanan bir yanı vardır bu filimler serisinin. Her unutulmaz
filmde olduğu gibi belki de müziğidir onu unutulmaz yapan, kim bilir...?
Serinin
son ama hikayenin üçüncü filmi büyük bir uzay gemisinin sessiz sakin giden
görüntüsüyle başlar, Anakin Skywalker (Darth Vader olma yolundadır) bu gemiye
küçük savaş gemisiyle yaklaşır, büyük gemiyi geçtiğinde büyük bir çatışmanın
ortasında bulur kendini. Ateş topları, patlamalar ve büyük bir gürültü...
Hayatımızın
iki bölümü vardır, günlük ve bunların toplamı olan ve bizi biz yapan büyük
bölümü. Aslolan büyük bölümüdür ve günlük hayatımızdan beslenir.
Günlük
hayatınızda yaşadıklarınızı iyi kontrol edin , sessizliğin bittiği yerde sizi
karanlık tarafa çekmek isteyen bir savaş var.
Sherlock Kedi
Evimizde bir
kedi besliyoruz, bir Haziran günü bir çöpün kenarından evimize transfer olan
erkek, beyaz sarman bir kedi.
Mart ayıyla birlikte zaman zaman tutan krizleri ve sağa sola
çişini bırakması ve gece çıkardığı garip sesler dışında bir sıkıntımız yok
sayılır.
Ben bir erkek olarak onu ısrarla kısırlaştırmamamız
gerektiğini, eşim kısırlaştırmamız gerektiğini savunuyor. Sorunsal kedi sidiği
kokarak ve gece yarıları partner çağırma seranatlarıyla ortada duruyor.
Haftasonları onu doğa gezilerine çıkarmak en büyük keyif,
çıkacağımızı anladığı anda taşıma kafesine girmesi ve yolculuk boyunca
sessizliği ve vardığımız yerde koşturması, kabarması, kıhlaması, çalı
koklamaları... bana her defasında varlığımızı sorgulatıyor. Dominant olmanın ve
bu gücü kötü kullanımını ve insanlığın ne olduğunu sorgulamama neden oluyor.
Bir kedi bana insan olmanın daha önce düşünmediğim boyutlarını düşündürüyor.
Geçen Cumartesi gene bir doğa gezisi sonrasında aşıları için veterinere
uğradığımızda veteriner ile bizim kedi ve kediler üzerine konuşurken; veteriner
kedilerin depremi önceden hissettiğini yıldızların konumuna bakarak 250-300 km
uzaktan evlerini bulabildiğini söyledi. Başlangıçta biz insanların da bu tip
yetileri olduğunu ama aç gözlülüğümüz, kazanma hırsımız gibi maddi dünyanın bu
yetileri zamanla yok ettiğini söyledi.
Engin Gençtan Insan Olmak Kitabında şöyle der: " insanın bütün problemi
ait olduğu doğadan kentleşme ile birlikte kopmasıdır ve doğaya geri dönmesinin
artık imkansız olduğunu fark etmesidir."
Dağlarda yalnız yürümek benim şehirlerde ırzına geçirttiğimiz ilkel bütün
yetilerimin ortaya çıktığı anlardır. Küçük bir süleymancık -bir çeşit keler-
bir örümcek, bir dal kırılması... unuttuğum yetileri anımsatır bana. Güçlenir
dönerim her defasında.
Şehre döndüğüm andan itibaren daha keskin sezilerle algılarım çevremi, sonra
seziler körelir, duyarsız, umarsız, çoğu zamanda umarlı ve duyarlı öğretmen,
erkek, eş, komşu, evlat, arkadaş... olduğumun sosyal normu için kendimi zorlar
bulurum.
Insan olurum; yavaş yavaş, kirlene kirlene.
Alan Turing
Enigma lise
yıllarımda tanıştığım bir müzik grubuydu. Çok sonraları öğrendim Almanlar'ın
İkinci Dünya Savaşı'nda haberleşmelerini kriptolamak için kullandıkları deli
bir makina olduğunu.
Alan Turing'i birçoğumuzun artık elinden düşürmediği
Iphone'nu da üreten Apple firmasınını amblemi ısırılmış elmadan öğrendim.
Alan Turing matematik dehası bir İngiliz'dir; Enigma'nın
kodlarını kırarak Almanlar'ın bütün askeri haberleşmesini dinlenmesini sağlamış
ve Almanlar'ın yenilmesine neden olmuştur.
Alan Turing bir dehadır ama cinsel seçimini erkekleri sevmek üzere yapan bir
geydir aynı zamanda. Yanlış zamanların İngiltere'sinde yapmıştır seçimini, gey
olmadığına karar veren bir kurul tarafından ilaç almaya zorlanır.
Bir oda da ölüsü bulunduğunda yanı başında ısırılmış bir elma vardır. Ölümü
hala kuşkuludur.
Başka bir deha Steve Job bu dehaya yapılan haksızlığın unutulmaması için
firmasına amblem olarak Alan Turing'in öldüğünde yanında duran ısırılmış elmayı
seçer.
Insanların seçimlerine saygı duymayan hiçbir toplum gelişemez. Seçmek birey
olmanın en önemli özelliklerinden biridir çünkü.
Guguk Kuşu
1975 yılı
yapımı Guguk Kuşu, sinema tarihinin klasiklerindendir.
Milos Forman bir akıl hastanesi üzerinden var olan sistemi
eleştirmiştir, sistem : "ancak benim kurallarım ve istediğim kadar birey
ya da insan olursun." der ve gereğini yapar.
Bu film Milos Forman ve Jack Nicholson ve hemşire Ratched
rolüyle Louise Fletcher'e Oskar kazandırmıştır.
Sherlock bizim erkek kedimiz, eşim ve benim için çok özel bir
varlık. Yumuşak beyaz parlak tüylerine her dokunduğumda, sarı gözlerine
baktığımda, canı isterse benimle sesli iletişim kurduğunda ruhuma dokunduğunu
hissediyorum. O artık bir ergen ve güdüleri çalışıyor, mart ayı ve balkondan
kokusunu aldığı dişiler onu çıldırtıyor, gece serenatları, ve ben artık oldum
demek ve olası eşlere mesaj vermek için etrafa siğiyor ve koku her geçen gün
ağırlaşıyor.
Onu her kısırlaştırma olasılığı aklıma geldiğinde -genelde de eşim tarafından
anımsatılan -
Aklıma Guguk Kuşu ve Jack Nicholson geliyor.
Her hareketimiz bizim dışımızdaki canlılara acı çektiriyor.
Tantalos Kayası
Tantolos
Kaya'sı izmir Yamanlar Dağı'nda yer alan ve dünyanın en verimli ovalarından
birine, Menemen Ovası'na bakan yekpare bir kayadır. Hemen yanındaki düzlükte
yer alan çeşme, bir ihtimal bu topraklarda bir zamanlar kulaktan kulağa gezen
mistik, kadim Tanrıları kavgalarını ve Tantolos'u taşır size.
(Koşuya çıkmam lazım, koşarken olgunlaşsın yazacağım, emin
olun keyif alacaksınız, meraklısı İngilizce'de "tantalizing "
sözcüğüne baksın wink
emoticon )
Nerde kalmıştık?
Koşu ile bacaklar ve beden yoruldu ve küçük bir kaza ile
yarıldı ama zihin tazelendi.
Tantalos Zeus ile Plüton'un oğludur. Atlasın kızı Dione ile
evlenmiş Pelops ve Niobe (Ağlayan Kaya ) iki çocuğu olmuştur. Tanrılar
sofrasına davet edilmiştir. Tanrılar sofrasından ambroisa yani Ab-ı hayatı
çalar. Tanrılar da onu çenesine kadar su dolu bir yere yerleştirirler (Yamanlar
Dağı'ndaki Karagöl olduğu rivayet edilir)ve başının üzerine de meyveler
asarlar, her su içmek istediğinde su çekilir, her uzandığında meyveler dala
dönüşür. İngilizce'de Tantalos'tan gelen tantalize "gösterip gösterip
vermemek anlamında kullanılır."
Üzerinde yaşadığımız bu topraklar kadim kültürlerin ana vatanıdır. Bu topraklar
olmasaydı Batı Uygarlığı da olmazdı.
Büyük bir hazinenin üzerinde oturuyoruz ama oturduğumuzdan olsa gerek, bu büyük
kültürü yanlış bir yerden almaya çalışıyoruz, bu yüzden de sindiremiyoruz.
Ölüm
Üzerine beyaz
çarşaf örtülmüş bir hastane sedyesi üzerinde uzanan yaşlı Hintli kadının, bir
mumyayı anımsatan çökmüş yüzü, ağzında diş olmayan yaşlılara özgü çökük
avurtları, koyu kahverengiye çalan ten rengi, kırlaşmış ve seyrelmiş saçları,
yarı açık ışığını, yaşam kaynağını yitirmiş gözleri, derin nefes almak isteyen
ağız hareketleri sonrasında son nefesini verdiğini ellerini tutan, büyük
ihtimal oğlunun vakur ağlamasını gördüğümde anlamıştım.
Washington, DC'de Georgetown Üniversitesi Hastanesi'nin acil
servisinde tanışmıştım ben ölümle.
Son nefesini gördüğüm ilk ve son insandır bu Hintli yaşlı kadın.
Ölüm düşüncesiyle ve ölümle barışacak yaşa geldim; ölümle karşılaşmadan da
korkup korkmayacağımı bilmiyorum, ihtimal o ki anlamayacağım, çünkü ölmüş
olacağım.
Insanların eşitliğinin en adil olduğu iki zaman var; doğduğumuz an ve ölüm anı.
Kitaplarla ve yazarak hazırlanıyorum ölüme, ne zaman geleceğini bilmediğim ama
mutlaka gelecek olan o an'a.
Bu gün, ölen bir hastanın kızına yazdığı veda yazısında okudum; " günler
uzun ama hayat kısa kızım."
Doğum ve ölüm arasında sıkışmış hayatlar yaşadıklarımız, anlamsız kaprisler,
kendini beğenmeler, egonun çevremizde yarattığı sevdiğimiz ve sevmediklerimizi
kırıp geçirmeleriyle geçiyor hayatlarımız.
Hayata anlam yükleyen tek türüz biz, ölüm olmasaydı anlam da olmazdı, ihtimal.
Amerika
Bütün dolar
yüzleri - Benjamın Franklin dışında -beyaz erkek başkanlar . Büyük olasılık 20
Doların kötü başkanı Andrew Jackson yerini bir kadına bırakacak.
Tarihini
ucundan bucağından bildiğim Türkiye dışında hiçbir ülke tarihi Amerika tarihi
kadar etkilemedi beni. Homeros'un İlyada'sına benzer biraz tarihi; kan gözyaşı
acımasızlık zulüm, zerafet, başarı ve gücün gösterisini, bilimin ve en parlak
zekaların ışıltısını ve atomun kemikleri bile
kavuran Vietnam'da Napalm bombasından yanan bedeniyle koşan çıplak
kız çocuğununun bedeni görürsünüz, Ay'a basılan Armstrong için küçük insanlık
için büyük ilk adım vardır tarihlerinde ve Avrupa'nın Almanlar'ın elinden
kurtarılması.
Wounded
knee'de- beni vatanımın kalbine gömün- katlettikleri kızılderililer vardır.
Bu
ülke şeytanların ve meleklerin savaş alanıdır.
Unutmayın
şeytan da bir zamanlar melekti.
Dart
Vader'da umut vaad eden masum Anakin Skywalker'dı.
Death Valley
Ben basit bir
insanım. İçinde sarcasm (ince alay) olmayacak kadar basit. Egolarım; alt, üst,
alter, süperior, sosyal bütün egolarım - biliyorum-buna insanmasa da basitim,
toprak kadar, su kadar, gökyüzü ve sizin kadar basitim.
Bu Cuma iznik ultra'da 136 km mesafeyi bitirmeye çalışacağım.
Bir yıl kadar önce Dailymile günlerimden kalma bir yazı
mental zorluğu yenmede yanımda olacak.
Sıcak havanın yükselmesinin sonucu oluşan ve net görmenizi zayıflatan
dalgalanmaların arkasında her yeri bembeyaz olan , sonradan arkadaşlarıma
anlatırken ''arıcı kıyafeti'' içinde diye söz edeceğim bir beyazlık, San
Fransisco Havaalanı'nından kiraladığımız kırmızı Dodge sedan arabanın içinde
klimanın verdiği serinlikle eşim ve ben (bir zamanlar dünyanın en yüksek
sıcaklığının ölçüldüğü) Death Valley'den geçerken, bize yaklaşıyordu.
Yakınımıza geldiğinde belinin etrafını saran su mataralarını görmüştük ve bir
insanın uygarlıktan bu kadar uzak, kurak ve sessiz bölgesinde hangi amaçla
koştuğunu bilmeden aklımda bir film sahnesini olarak anımsadığım görüntülerle
geçmiştik, beyazlık dikiz aynasının kavisinde kıvrılarak kaybolmuştu. Bu
beyazlar içindeki koşucuyu geride bıraktıktan bir süre sonra gördüğümüz bir
kayotenin sıcaktan ve belkide açlıktan yürümekte zorlanan halini fotoğrafını
çekmiştim. Koşulların sertliğini anlatan, yetişkini ancak 1 cent (1 kuruş)
kadar olan balık fotoğraflarını 1 cent ile yan yan Death Valley'in içinde yer
alan müzede gördüğümde daha da çok şaşırmıştım.
O gün aklımda sadece neden sorusu vardı. Neden bir adam dünyanın bu en kurak ve
sıcak bölgesinde koşuyordu?
O zamanlar koşmuyordum. Belkide gördüğüm kişi sonradan adını öğrendiğim ve
Death Valley'de yapılan Badwater Ultramaratonu'na hazırlanıyordu, ki koşucular
ayakkabıları erimesin diye beyaz yol çizgilerine basarak koşarlar bu maratonda. http://en.wikipedia.org/wiki/Badwater_Ultramarathon
Bugünlerde düzenli olarak koşan birisiyim. Neden sorusunun yanıtını hala
bilmiyorum ama beyazlar içindeki koşan adamı, biz klimalı arabamızla bir film
sahnesini anımsatan geçişimizden 10 yıl sonra şimdi daha iyi anlıyorum.
Fark yaratmak istiyorsan (make a difference) önce farklı düşünecek, sonra
farklı olacaksın.
İyi koşular
Anlam
Stamina
ya da
Your perspective on life comes from the cage you were held
captive in.
Shannon L. Alder
Bazen sıkışır kalırsın, iki şeyin arasında belki üç, dört,
beş... yorgun ya da hastalıklı bedenin seni içinden çıkılmaz bir derin çukura
atar, her çıkmak istediğinde daha da derine doğru gittiğin bir çukura.
Böyle anlarda yaptıkların seni güçlü hale getirecek ya da hastalıklı bir ruh
halinin içine hapsedecektir.
Stamina
Yaşama, onu nasıl algıladığınla ilgili birşey. Sevinç anlarında kontrolden
çıkmamak, üzüntülü anlarda kontrolü kaybetmemek ile ilgili biraz da.
Sizi sürekli bir kor gibi için için yanan bir ateşle besleyen tutkularınızın
olması ile ilgili, tutuksuz bir hayatın size armağanı körelmedir, terk edilmiş
bir yangın yeri, saf tertemiz bir siyahlık, kararma.
Cage
Insanın en büyük ikilemidir; yaşadıkların, öğrendiklerin, düşündüklerin,
yaşadığın toplum, inançların seni içinden çıkılmaz bir kafese sokar ve öyle
alışırsın ki bu kafese etrafını saran çelik inanç ve düşüncelerini yok etmek
yerine onları güçlendirirsin.
Güne yenilenerek başlamak istiyorsan her gün, her ay, her yıl önce korkularını
yıkmalısın, sonra inançlarını, sana öğretilenleri...
Antoropi evrensel bir fizik kuralıdır, herşey bozunur, sen de!
Kaynaklar
Koşusu
Sabah 7:00
suları koşmaya başladığımda ilk önce bir çoban ve keçileriyle karşılaştım,
genelde tanıyayım ya da tanımayayım, dağda bayırda karşılaştığım bütün
insanlarla mutlaka selamlaşırım ama nedense afyonum patlamamış ki selam
vermeden geçtim. Insan faaliyetlerinin (Boktan faaliyetler, kırsalda bok
kokmayan yer bulmak o kadar zor ki, yadırgadığımdan değil, ben de bokun içinde
büyüdüm ama nerde benim çocukluğumun mis gibi hayvan boku kokusu. Düşünün bir
kere dünyanın en ot obur hayvanları hammaddesi tavuk artığı olan yemlerle
besleniyor, eğer bu beslenmeyle inekleri doğal ölümünü beklesek -yani kesip
yemesek- hepsi kalp hastası ve eklem romatizmasından, yüksek kolesterolden
gidecekler, şaşırmayın bazı hastalıklar bütün memelilerde aynıdır.) etkisinden
kurtulur kurtulmaz mis gibi sabah serinliği ve çiçek kokusu sarmıştı her yanı,
bacaklarım dünkü 25 km'nin ve üstüne 47 km yol bisikletinin yorgunluğundan
gitmek istemiyordu. Bir süre sonra birisi atlekcek yürüyüşe çıkmış iki erkeği
-artık afyonum patlamış olsa gerek-selamlayarak geçtim. Ah keşke bende onlar
kadar huzurlu yürütebilseydim, aheste aheste... ne güzel olurdu.
Terlemeye başlamıştım. Tam 3. km 'de olan çeşmeye geldiğimde
suyumu içtim. Sonra bundan 3 sene önce budadığım genç çınar ağacını bir çeşit
içsel fısıltı ve selamla geçtim , sonrasında Gürlek denilen Kaynaklar Köyü'nün
su kaynağı, İzmir'in su kaynağı Tahtalı Barajı'nı besleyen Tahtalı deresinin
başlangıcında sanırım birkaç yıl önce yağmurlu bir günde kovuğuna sığınan yakın
temas kıkırdaşmalarla genç bir çifti gördüğüm çınarı ve bana Yüzüklerin
Efendisi'ndeki insan ağaçları anımsatan ana gövdesi iki göz bir ağız olan ağacı
ve yolu boydan boya kesen suyu geçtim. Biraz sonra yemişli tarla denilen yere
geldiğimde uzakta beton kent izmir vardı, burnumda artık iyice hissettiğim
bahar ve çicek kokusu. Arıların ve kovanlarının neden bu sene olmadığı aklıma
geldi, sonra sanırım yanlış anımsadığımı kovanları belki sonbaharda gördüğümü
düşündüm.
Başlangıçta Nif Zirve yapacaktım ama hayvan terliydi ve
yemiyordu. Tekçam'a vardığımda "bari zirve yapmıyorsun vur kendini şu dik
patikaya" diye bir çeşit intikamla patikaya girdim, çok sert bir patika
olduğunu tekrar öğrenmiş oldum. Düz yola çıktığımda 925 m.'de 7.73 km
lerdeydim, 8 km'ye tamamlamak için gitmem gereken yönün zıttına doğru koştum ve
o an önümde bir duvar gibi yükselen sırtta muhtemel, kıpkırmızı erguvan
çiçeklerini ve ağacını fark ettim.
İnişe geçtim tekrar Tekçam'ı soluma alıp Gökdere Kanyonu'na
beni götürecek olan yola girdim. Dere kenarına geldiğimde müziği kapatıp
derenin akarken çıkardığı sesleri sindire sindire ve ayakkabılarımın sürtünme
sesiyle koşmaya devam ettim. Normalde her zaman ana yolu kullandığım yolumu
değiştirip beni bir patikaya bağlayacak yola daldım. Bir süre sonra yaz kış
gürül gürül akan çeşmenin yanında iki kamp çadırını gördüm. En dip noktadaydım
ve patika tırmanışa başlamıştı.
Challange
Bir sözcük ve
bir cümle değiştirdi benim hayatımı.
28 Ocak 1986 yılında tavanı sigara dumanından
kahverengileşmiş, kireçlenmiş kalın kerpiç duvarları sararmış, hemen kapının
sağ yanında bir berber koltuğunun olduğu köy berberi köşesinin sağ üst duvara
tutturulmuş tahtaların üzerinde yer alan bir televizyonda Challenger uzay
mekiğinin havada infilak edişini izlemiş ve challenge kelimesiyle tanışmıştım.
Her dilde olması gereken bir sözcüktür challenge, kendini her
gün aşmak isteyenlerin olduğu her dilde. Türkçe karşılığı tam oturmaz bir
türlü, sözlüklere göre meydan okumadır karşılığı oysa tam karşılığı değildir.
Challenge, zorlukları üstesinden gelinmesi gereken bir değişim ve yenilenme
aracı olarak görür ve yılgınlığa yer yoktur, kendini her zorlukta aşmaktır
challenge.
Başıma gelen zorlukları hep bir challenge olarak görmeyi öğrendiğim günden beri
karınca adımlarıylada olsa geliştim, 44 yaşında başladığım koşu sporunda 10
km'de sub40'ı görmem çok yakındır. 32 dk'da 8 km koşabiliyorum.
Foça, kanımca İzmir'in en güzel ilçesidir, adını Akdeniz fok balıklarına
vermiştir. Izmir'den bisikletle Foça'ya gitmek hem asfalt kalitesi hem de
Foça'ya doğru başlayan rampasıyla gerçek bir "challenge"'dır.
Şehre indiğinizde eğer şanslı iseniz bir otopark duvarında "keep your soul
never quit training" yazısını görürsünüz. Bisikletle sıcak bir yaz günü
Foça'ya vardığımda görmüştüm bu yazıyı ve o gündür bu gündür mottom (slogan pek
karşılamaz mottoyu ama en yakını da odur, düstur belki, bir nebze) olmuştur.
Yaşadığım bütün "challenge"lar ruhumu eğiten bir araçtır.
"Yaşam ondan yaptığımız şeydir" diye okumuştum.
Hayat başınıza gelenlere verdiğiniz karşılıktır.
Virginia Arlington Ulusal Mezarlığı'nda Amerikan iç savaş mağlubu General
Robert E . Lee'nin evinin hemen yakınlarında Challenger faciasında ölen yedi
astronotun anıtı vardır. Bu anıtı ziyaret ederken yoksulluğun bir kader
olduğuna inanılan bir köyün kalın kerpiç duvarlarının kireçleri sararmış,
içilen sigaradan tavan tahtaları kahverengiye dönmüş bir köy kahvesinde bir
berber koltuğunun sağındaki duvara asılı tahtaların üzerinde duran bir
televizyonda 18 yaşında uzaya meraklı bir gencin gördükleri karşısında ne çok
üzüldüğünü anımsadım.
Sadece inanmak sözcüklerin ve anların büyüsüne inanmak sizi hiç ummadığınız
yerlere götürecektir. Hayat bir challenge'dır ve ruhunuz bedeninizde
olgunlaşır. Eğer hayatta bir challenge'nız yoksa olgunlaşacak bir ruhunuz da
yoktur.
İzmir
Çatalca
(Seben) Göleti Çatalca Köyü'ne 1 km uzaklıkta bulunur. Etrafı kızılçam ağaçlarıyla
kaplı orman tarafından kuşatılmıştır. Türkiye'nin enfes ya da alfonso denilen
en değerli sofralık üzümünün bağları bu göletin suladığı topraklarda başlar ve
batı yönünde yaklaşık 10 km bir tırmanış ile ulaştığınız 800 m rakımlı geçite
kadar yer yer devam eder. Bu üzüm bağları, bu toprakların hala katır ve atlarla
tarımı yapılan en önemli geçim kaynağıdır. Ege Denizi'nin serin sularının nemi
bu üzümü besler bütün yaz boyunca. 800 metre rakımlı bu tepede tek tük yaşlı
çam ağaçları ve üzüm bağları, üzüm bağlarının olmadığı yerlerde orman
kaplamıştır her yönü. Çok uzaklarda doğu yönünde Nif Dağı bütün haşmetiyle
durur ve gören bir gözünüz varsa eğer yer yer kıvrılmış bir çarşaf gibi al
gözüm seyreyle dağlar sizi karşılar ve bir yanda İzmir Körfezini öbür yanda
Özdere Gümüldür Ürkmez boyunca uzanan Ege Denizi'ni görürsünüz. Bu geçitin
batısında Efemçukuru Köyü ve hemen yanında artık bir küçük modern kasabayı
anımsatan bir derenin içine sıkışmış TÜPRAG altın madenin tesisleri vardır.
Altın madenin içinden geçen orman yolu gene enfes üzümüyle ünlü Kavacık Köyü'ne
götürür sizi. Bu kadim köylerin Teke Dağı'nın yörüklerinin yerleşik yaşama
geçmesiyle oluşmuş olması muhtemeldir. Dikkatli bir göz bu dağlarda artık
yıkıntıları kalmış keçi ağıllarını kolayca fark edebilir.
Teke Dağı'nın güney bölümünde yer alan Beyler Köyü bir
ortaçağ kale kasabasına benzer, yörüktürler, (belki bir başka yazının konusu,
bu köyün etrafında yer alan kadim kültürlerin kadim kuyuları ve ağzına konulan
ve su çekerken ipin bir bıçak yarası gibi iz bıraktığı kuyu ağızı taşlarının
hikayeleri saklıdır) sıcak bir yaz günü kahvelerinde içtiğiniz bir bardak çay
ömre ömür katan cinstendir.
Çatalca (Seben) Göleti'nin hemen yanından geçen yol sabah
saatlerinde gölgededir ve göletin bendinin hemen yanıbaşında sizi rahatsız eden
yeşile boyalı metruk bir bina vardır. Yol kenarından çam ağaçlarının arasından
gölete vuran zümrüt yeşili orman yansısını görürüm, bacaklarımdaki beni buraya
ulaştıran kısa ama sert yokuşun yorgunluğu birazda yolun düzleşmesinin
etkisiyle yok olur, o an bir sessiz gülümseme eşlik eder bana. Bu gülümseme çok
kısa ömürlüdür, bu dağlarda hiçbir düzlük sizin yorgunluğunuzu alacak kadar
uzun sürmez ve yaklaşık 15 km sürecek olan bir tırmanış başlar en yüksek
noktaya vardığımızda sağ tarafta bir ulu karaçam sizi karşılar, hemen yanında
Ege Bölgesi'ni tarayan meteo radarı vardır. Bu yüce ve heybetli karaçamın
yanına kadar zaman zaman gider gövdesine dokunur kendimi dinlerim. Her
defasında bu ulu ağacın yanından mutlu ayrılım; ki çok az insanda bulduğum bir
mutluluktur bu.
Sonra beni Gaziemir'e kadar götürecek olan iniş başlar,
kıvrılarak yüzen bir balığın hareketlerine benzeyen keskin virajlı bir yoldur
bu ve bisikletimle bu virajlara her girdiğimde yana yatan bisiklet ve düşme
korkusunun verdiği serotonin salgısı vücudumda bir esrime hali olarak kendini
gösterir. O an bazen bir çığlık eşlik eder bana.
Bu Topraklar
Bu toprakları
çok sevdim ben, insanını sevdim, ana avrat ağız dolusu küfretmek istesemde
yaptığı seçimlere, aptallıklarına, aptallıklarıma, çok sevdim.
Bir insan nasıl sevmez ki kokusunu ilk duyduğu, ilk dokunduğu
yer olan toprağını, kara sabanın, pulluğun yardığı nemli toprak kokusunu,
lastik ayakkabılarına bulaşan çamurlanmış toprağın kokusunu ya da tırnak
aralarına dolan boz , kahverengi siyah toprağın kokusunu ya da ilk yağmurlarla
ıslanan sonbaharda yükselen toprağın kokusunu. Nasıl sevmez bizi biz yapan
anılarımızı?
Toprak dediğimiz şey anılarımızdır, elimize ayağımıza tozuyla kokusuyla
bulaşan, anılarımız.
Doğduğumuz, doyduğumuz yerdir. Sonra da bedenimizi armağan ettiğimiz, ona
karıştığımız, ağaç olduğumuz, çiçek olduğumuz, çiçek olup tohum olduğumuz,
tohum olup börtü, böcek, kuş olduğumuz yerdir.
Marsık derisiyle güneşin altında yanan tenini ve nasırlı ellerini, işçisini,
köylüsünü, harami sofralarında kurtarılan ve camilerde din bezirganları, akıl
hocaları tarafından Allah'la korkutulup sömürülen işçinin, köylünün, emekçinin
nasırlı ellerini sevdim.
Sigara isi kirli eksik dişleriyle gülüşünü sevdim bu insanların.
Dünyanın bütün çocukları gibi saf çocuklarını sevdim.
Sonra koca koca insanlar, haramiler, akil adamlar, akıl hocaları, kumpasçılar,
sülükler, beleşçiler, onlar için en iyisini bilenler, kan içiçiler,
namussuzlar, engerekler ve çiyanlar, aşımıza ekmeğimize göz koyanlar, işte
onlar bu toprağı aldılar elimden ayağımdan ruhumdan ve diktiler gökdelenlerini,
saraylarını, kutsalımın içine sıçtılar.
Vatan dediğimiz şey; çocukluğumuz, ilk gençliğimiz, ilk aşkımız olan kız, ilk
aşkımız olan erkek, acısına ortak olduğumuz, gülüşünü paylaştığımız insandır.
Anılarımızdır ve en zorlu anlarda sığındığımız yerdir.
Çıplak ayağımızla koştuğumuz sımsıcak bir yazdır...
Çağımız
Bu sabah Nif
Dağı koşusu için evden çıktığımda saat 7:00'ydi.
Optimum'u geçtikten sonra otaban yol ayrımında beyaz üst
giymiş genç bir adam benden önce geçen araca otostop için el kaldırdı, araç
durmadan yoluna devam etti. Sıra bana gelmişti durdum. Adam araca bindi.
"Kaynaklara doğru gidiyorum" dedim. "Tamam ben de o yöne
gidiyorum." dedi. Dağkızılca köyündenmiş, anne babasını ziyarete
gidiyormuş. Hilton'da komi olarak taşeron bir firmaya çalışıyor ve aylık 950
lira para kazanıyormuş. Dün bütün gece evde birçoğumuzun yaptığı gibi
bilgisayarın başındaymış. Sabah kalktığında birazda bilgisayarın başında uzun
süre kalmış olmaktan sıkılmış ve " Köye gitmeliyim" demiş.
Onu Buca Gölet yol ayrımında bıraktım.
Dün Terminatör " genysis filmini izledim. Güvenlik monitörlerine bakmak
yerine akıllı telefonuyla birşeyler yapan bir adam vardı. Sonu hiç iyi olmadı.
Bilgisayarlar, akıllı telefonlar ve bunlarla kullandığımız, internet ve sosyal
ağlar farkına varmadığımız ama kentleşmeden sonra, bizi doğamızdan alıkoyup
yalnızlaştıran bir araca dönüştürmüş durumda, bunun 10-15 yıl sonra bize,
insana yapacaklarını tahmin etmek çok zor. Bence ilişkiler anlamında
birbirimizden uzaklaşacağız ya da sosyal medyada bir fotoğraf paylaşmak için
bir araya geleceğiz. Daha da yalnızlaşacağız.
Belki Gezi'de olduğu gibi sosyal ağlarla kitle hareketleri daha iyi organize
olabilir ama bir toplumu değiştirmek o kadar kolay değil.
Sistem (yönetenler, big brother) herşeyimizi bilecek, kontrol edecek. Biraz
akıllıysanız birinin sosyal ağ hesabına bakarak ne olduğunu anlarsınız.
Terminatör'de genisys dünyayı ele geçirmek istiyordu ve geri sayım başlamıştı.
Yaşadığımız en büyük paradokslardan birisi de internet ve sosyal ağlara
obsesifleşmek üzere olan bağımlılıklarımızı eleştiren düşüncelerimizi, sosyal
ağlar ve internet dışında paylaşacak araçların bir bir gücünü yitirmesi.
Smart kalın, d-smart'ta değil!
Rosebud
Bir
çoban duygularını üflüyor kavalına.
Geceleyin
doğar şairler, sessizlik var oluşumuzu en derinden hissettiğimiz andır çünkü,
ve ancak gece tanrısal bir sessizlik sunar size. Uzak, çok uzak yıldızların ya
da Ay'ın aydınlattığı bir gecede şehir ışıklarından uzak yüksek bir tepeye
oturur ve uzaklara dalarsa gözleriniz, ruhunuzun size sizi fısıldayan türlü
hikayelerini duyarsınız.
Sessizliğin
sesini işitmekle başlar sessizlik.
Kentlerin,
televizyonlar ve radyoların, arabaların, insanların kuru gürültüsünden
sıyrılabiliyorsanız eğer; çocukluğunuzla, çocukluğunuzun anne ve babasıyla ve
daha nice kahramanıyla da bağ kuruyorsunuzdur demektir.
Insanı insanlıktan çıkarmak istiyorsanız, çocukluğu ile olan bağını koparın,
masumiyetini yok edin sonra, öyle ya da böyle çocukluğunu yaşamamış insanlar
çıldırır en çok, vahşileşir.
Yurttaş Kane sinema tarihinin en önemli filmlerinden birisidir. Herşeye sahip
milyarder medya imparatoru son nefesinde "rosebud" (gül tomurcuğu)
der. Başka bir gazeteci bu milyarderin hayatını araştırmaya başlar ve
"rosebud"'ın çocukken dedesi ile bir gölde kullandıkları bir kayık
olduğunu bulur.
Çocuklukta yaşadığımız mutluluklar, en kalıcı olanlardır, bizi en çok
etkileyen.
(Bazıları
aslında "rosebud"'ın milyarderimizin kız arkadaşının klitorisine
taktığı isim olduğunu söyler, ihtimal doğrudur. Çünkü her heteroseksüel erkek
cinsellikle takıntılıdır.)
Scott Jurek
Apalaş
Dağları, Afrika Kıtası'nın 480 milyon yıl önce Kuzey Amerika'yı ittirmesi ile
ortaya çıkmıştır.
Amerika'da mal gibi üç sene yaşadığım süre içinde biraz da
eşimin zorlamalarıyla, Virginia Eyalati içinde yer alan en yüksek noktasına,
çıkmıştım.
Cehaletimizi mal olduğumuzu anladığımız gün yenmeye başlarız.
Kişisel aydınlanmanın başka yolu yok!
Scott Jurek adamımdır. Şans eseri ben koşmaya başladığımda
" bu koşu işinde neler olup bitiyor?" diye okuduğum iki kitabın da baş karekteri.
Bu kitaplar "Born to Run ve "Eat and Run (ne yazık ki bu kitapların
Türkçe'si yok, hangi alanda olursa olsun kendinizi geliştirmek için İngilizce
öğrenmek zorundasınız.)
Kendisi vegan bir koşucu.
2189 mil yaklaşık 3500 km'lik yolu günlük 50 mil (76km) koşarak 46 gün 8 saatte
bitirdi.
Daha önceki rekora bir bayan koşucu sahipti ve 46 gün 11 saatti.
Koşarken bu adam gelir hep aklıma ve soyismindeki Jurek hep bana Türkçe yürek
gibi gelir.
Neyse her zaman olduğu gibi gelişmiş bir toplumun bireyi ile geri kalmış bir
toplumun bireyi ikilemi arasında kalarak "adamlar yapıyo abi "
dediğimiz bir hayranlıkla mal mal bu adamları izlemeye devam edeceğiz,
sıkışınca da emperyalist köpekler diye aşağılayacagız.