Doğru olduğunu söylemiyorum, sadece söylüyorum.
Iki fantastik film beni derinden etkilemiştir. Üçüncüsü ise yönetmen David Ficher'ın bir katil ve onu yakalamaya çalışan genç bir dedektif ile birlikte çalıştığı tecrübeli dedektifin hikayesini 7 günah üzerinden anlatan "Seven" filmidir.
Star Wars halen en sıkıldığım anlarda tekrar tekrar izlediğim, beni gerçeklikten koparak, gerçekliğe taşıyan filmdir. Bu filmden öğrendiğim herkes biraz Darth Vader'dır. Her iyi kötü, her kötü iyi olabilir. Eğer en zorlu anlarda size, "May the force be with you" diyen bir Master Yoda'nız, ermiş bir akıl hocanız yoksa başınız belada demektir.
Ikinci fantastik filmim The Lord of the Ring "Yüzüklerin Efendisi" bize hayatın bir savaş olduğunu anlatır. Master Yoda'nın Star Wars'ta bizimle olmasını dilediği "the force" yani güç, yani iktidar sürekli el değiştirir ve ne yazık ki bu güç bazen kötünün de eline geçer ve güç daha da kötüleşir ya da iyi olanı bu güç kötüleştirir. Hepimiz zaman zaman obsesif bir Gollum'a dönüşürüz.
Seven, 7 filmi bize hayatın bizim istediğimizden daha zor değişeceğini ve değiştiğini anlatır. Biz hayatı çok zor değiştiririz ama o bizi kolayca değiştirir. William Shakespeare'a göre "iyi ve kötü yoktur sadece düşünmek onu öyle yapar"
Idealist dedektif rolündeki Brad Pit hamile eşinin kesilmiş başını kutuda olduğunu öğrenince hayatı ve insanları değiştiremeyeceğini acı, öfke ve gözyaşı ile öğrenir.
Ve katilimizin kafasına dayadığı tetiği çeker.
Bammmm!, bam, bam, bam, bam!
http://youtu.be/1giVzxyoclE
30 Haziran 2018 Cumartesi
21 Haziran 2018 Perşembe
Priming, manipülasyon, özgür irade ve komplo teorileri üzerine
Priming kısaca belirli sözcükleri kullanarak düşüncelerinizi belirli bir yönde kanalize etmek denilebilir. Aslında sözcük bir tohumu ekmeden önce çimlendirme anlamına da gelmektedir. İzlediğiniz her haber, film, dizi program sizin düşüncelerinizi çimlendirme hazırlığıdır. Aslında anaokulu ile başlayan resmi eğitim bir çeşit primingdir. Din milliyet genel anlamıyla inançlar bize enjekte edilir ve biz onlara birer uzvumuz gibi sahip çıkarız. Bu yüzden Yunan, Yunan olmaktan gurur duyar Türk Türk olmaktan. Yunan olmaktan gurur duyan Türk, Türk olmaktan gurur duyan Yunan bulamazsınız. En traji komik olanı ise "I am proud of to be an American" (Amerikalı olmaktan gurur duyuyorum) sözünü atalarını aç-bilaç pamuk tarlalarında köle olarak çalıştırılmış siyah Amerikalının bunu gözyaşları içinde söylemesidir. Her zaman en çok ezilenleri , eğitimden ve ekonomiden en az payı alanlar arasından çıkar en dindar ve en nasyonalist olanlar.
Manipülasyon kişiyi güçlü olan kişi tarafından kendi çıkarları doğrusunda düşünme ve davranmayı sağlamaktır. Türkiye'de çok sık yapılır. Tabi gene kutsal değerler en çok kullanılanlardır; din, vatan millet sevgisi gene bu konunun da en çok kullandığı argümandır.
Ne kadar özgür irademiz olabilir ki?
Bu topraklarda büyüyen bir Egeli olarak Yunanlıları uzun süre insan olarak görmedim. Kan dökücü katiller, tecavüzcü vahşiler olarak hayal ettim onları. Yunan kelimesi korkunç bir yaratıkla özdeşti benim için. Oysa kötü olan savaştı, savaşların da bir milliyeti yoktu. Teorik olarak kuantum teorisi bunu en iyi açıklayabilir. Hem tanecik hem dalga modeline benziyorsun. Asla özgür iraden olmayacak.
Komplo teorisi en çok koyun sürüsünün dikkatini dağıtmak isteyen kurdun bir oyunudur ve ne yazık ki kurtlardan çok koyunlar buna inanır. Koyunların kaçma, saklanma zekaları gelişmiştir, kurtların tuzağa düşürme ve kovalama.
Kurt her zaman kötü kurtlardan söz eder; o kurtlar dış kurarlardır ve koyunların kurtlar tarafından yenmesinin, kardeşlerinin ölümleri bu "dış kurtların" oyunlarıdır. Koskoca Amerika halen seçimlerdeki Rus parmağını çözemedi. (Kurtlar için siste avlanmak daha kolaydır)
Yaşam çeşitli tuzaklarla dolu bir oyun alanıdır. İnsanların bir çoğu görünmez iplerle yönetilen birer kukladan öte birşey değildir.
Hafta sonu özgür irademizle oyumuzu kullanacağız!
19 Haziran 2018 Salı
Beyaz Kaplan'ın Son Günleri ve Ben
"Sadece futboldan anlayan bir antrenör hiçbir zaman en iyisi olamaz" dedi bir felsefe profesörü. Mesajı aldım.
Jose Mourinho
Yazacaklarımın yukarıdaki alıntı ile hiçbir ilişkisi olmayacak, şakın şaşırma.
Dramdan beslenenen insanlar ve kültürler beni hep rahatsız eder. Vakur bir duruş daha da değerlidir. Bilirim en çok onurdan bahsedenlerdir en onursuz olanlar, çünkü insan olamadığını iter bilinçaltına olduğunu göstermeyi sever. "Bak ne oldum?"delisi çoktur ama bak neler olamadımı anlatanı bulamazsınız. Oysa olamadıklarımız , olduklarımızdan daha çok biçimlendirir karekterimizi. Ezikliklerimizi iteriz o bilinmeze ve bilinçaltı bir buz dağının görünmez kısmıdır ve sizi olur olmaz yerlerde ele verir. Uyanık bir göz hemen farkeder bu kağıttan kaplanları.
Yazacaklarımdan kendinize, bana ve hayata dair bir dram, bir anlam çıkaracaksanız okumayın. Beni bir yazımla ve dram dediğimiz bize en çok acı çektiren olguyu bir kere okuyarak ya da yaşayarak anlayamazsınız.
Onu eskiden beri tanırım. Etrafta dolanır durur, gözlerinin etrafını saran derisi bir hastalıktan olsa gerek irite olmuştur, gözleri sürekli yaşlıdır, akar. Beyazı çok birkaç siyah lekesi olan irice bir erkek kedidir. Kocaman kafasından dolayı Beyaz Kaplan bizim ona verdiğimiz isimdir.
Onun arka bacaklarının tutmadığını düzenli mama bıraktığımız bir yerde fark ettim. Sonra apartmanımızın etrafında görmeye başladım. İlk mama vermek istediğimde beni görür görmez korktu ve bana kıhladı. İkinci, üçüncü derken çekinmesine rağmen bana alıştı zaten her iki adımda bir bacaklarını tutamadığı için düşüyordu. Arkaya bıraktığımız kedi yuvalarından birinde kalıyor ya da arabaların altına sığınıyor. Balkondan onu her daim gözlüyorum, görünce yanına gidip tekrar besliyorum. Biliyorum Beyaz Kaplan yaşlılıktan ölmek üzere olan bir ruh. Büyük olasılık yaşlılıktan dolayı çişini ve kakasını tutamıyor. Çünkü mama yediği yerlerde hep dışkı oluyor.
Onunla göz göze geldiğimde o akan feri solmuş gözleriyle bana bakışı ve her iki gözünü yavaşça yummasının "teşekkür ederim" demek olduğunu biliyorum.
Hayatımda hiçbir felsefe hocası sadece insanlarla ve onların sorunları ile ilgilenerek "iyi bir insan" olamazsın demedi.
Ben "iyi insan olmayı" hayvanlardan öğrendim.
Jose Mourinho
Yazacaklarımın yukarıdaki alıntı ile hiçbir ilişkisi olmayacak, şakın şaşırma.
Dramdan beslenenen insanlar ve kültürler beni hep rahatsız eder. Vakur bir duruş daha da değerlidir. Bilirim en çok onurdan bahsedenlerdir en onursuz olanlar, çünkü insan olamadığını iter bilinçaltına olduğunu göstermeyi sever. "Bak ne oldum?"delisi çoktur ama bak neler olamadımı anlatanı bulamazsınız. Oysa olamadıklarımız , olduklarımızdan daha çok biçimlendirir karekterimizi. Ezikliklerimizi iteriz o bilinmeze ve bilinçaltı bir buz dağının görünmez kısmıdır ve sizi olur olmaz yerlerde ele verir. Uyanık bir göz hemen farkeder bu kağıttan kaplanları.
Yazacaklarımdan kendinize, bana ve hayata dair bir dram, bir anlam çıkaracaksanız okumayın. Beni bir yazımla ve dram dediğimiz bize en çok acı çektiren olguyu bir kere okuyarak ya da yaşayarak anlayamazsınız.
Onu eskiden beri tanırım. Etrafta dolanır durur, gözlerinin etrafını saran derisi bir hastalıktan olsa gerek irite olmuştur, gözleri sürekli yaşlıdır, akar. Beyazı çok birkaç siyah lekesi olan irice bir erkek kedidir. Kocaman kafasından dolayı Beyaz Kaplan bizim ona verdiğimiz isimdir.
Onun arka bacaklarının tutmadığını düzenli mama bıraktığımız bir yerde fark ettim. Sonra apartmanımızın etrafında görmeye başladım. İlk mama vermek istediğimde beni görür görmez korktu ve bana kıhladı. İkinci, üçüncü derken çekinmesine rağmen bana alıştı zaten her iki adımda bir bacaklarını tutamadığı için düşüyordu. Arkaya bıraktığımız kedi yuvalarından birinde kalıyor ya da arabaların altına sığınıyor. Balkondan onu her daim gözlüyorum, görünce yanına gidip tekrar besliyorum. Biliyorum Beyaz Kaplan yaşlılıktan ölmek üzere olan bir ruh. Büyük olasılık yaşlılıktan dolayı çişini ve kakasını tutamıyor. Çünkü mama yediği yerlerde hep dışkı oluyor.
Onunla göz göze geldiğimde o akan feri solmuş gözleriyle bana bakışı ve her iki gözünü yavaşça yummasının "teşekkür ederim" demek olduğunu biliyorum.
Hayatımda hiçbir felsefe hocası sadece insanlarla ve onların sorunları ile ilgilenerek "iyi bir insan" olamazsın demedi.
Ben "iyi insan olmayı" hayvanlardan öğrendim.
17 Haziran 2018 Pazar
Sisli bir gün ve kontrol
Kontrol edebileceğiniz şeyler için bütün kontrolün sizde olması hayatı daha anlamlı yaşamanıza neden olur. Bu, güçlü kişiliği olan insanların önemli karakter özelliklerinden biridir. Kontrolünü kaybeden insanlar hata yaparlar, ölümcüldür, ki bu bazen kendileri için olduğu kadar çevresindekiler için de felakettir.
Kontrol ile ilgili 3-4 yaşında çocuklarla yapılmış çok iyi kurgusal bir deney vardır. Bir odaya çocuklar bırakılır önlerinde bir masa, masada şekerler vardır. Çocuklara, eğer şekerleri 15 dakika yemeden beklerlerse daha çok şeker verileceği söylenir ve şekerle baş başa bırakılırlar. Bazı çocuklar şekeri hemen yer, bazıları bekler. Sonra bu deneyin ikinci aşamasına geçilir ve bu çocuklar uzun yıllar takip edilir. Şeker için bekleyenler, beklemeyenlere göre hayatta daha başarılı olmuşturlar.
Bundan sonra yazacaklarım kontrolün kimde olduğu ile ilgili bir şey bulamayacaksınız, soğuk bir kış günü yaşanmış bir bisiklet macerası okuyacaksınız.
Hayat, hayatın size sunduklarını nasıl algıladığınız ile ilgilidir. Kabuğunuzun sizi sıkması ve onu kırıp büyümek ya da kabuğa hapsolup orada ölmeyi beklemek ile ilgilidir.
Dün bisikletimle Menderes'i geçer geçmez Dereköy Kavşağı'ndan sağa döndüğümde Teke Dağı yoğun bir sis altındaydı. Çatalca Köyü'nden başlayarak yaklaşık 15 km durmaksızın tırmanacağımı biliyordum. Sonrasındaki iniş ise benim için en keyif aldığım iniştir. Askeri Radar'a ve Kavacık Köyü'ne giden bu yol sıcak asfaltı, eğimi ve keskin kıvrımları ve Tırazlı Köyü yakınlarında sert esen kuzey rüzgarına bir duvar gibi çarpıp denge sağlamakta zorlandığım inişi ile bir adrenalin kaynağıdır benim için.
Bu yolun her metresini ezbere bilirim, her taşını, sağlı sollu bağlarını, armut ağaçlarını bilirim. Rüzgarın içinizi yakan acısını ve yalnızlık uğultusunu bilirim.
Güneybatıda Menderes Ovası'nın seraları her daim parlar, kuzeydoğuda Nif daha bir heybetlidir, sağında kayadan zirvesi ile Mahmut Dağı'nı görürsünüz, güneyde Sisam Adası ve bizim denizimiz Ege uzanır, Efemçukuru kavşağından çok uzaklarda Çeşme Yarımadası ve Karaburun, yakınlarda Seferihisar ve Urla gözükür. Kuzeyde benim içimi acıtan bir beton görgüsüzlüğü ile İzmir'i görürsünüz. Denizin mavisini boğan bir beton.
Sise girdiğimde Tuprag Altın Madeni'ni geçiyordum, yerler ıslak ve yol yer yer bozulmuştu, hava soğuktu.
"Hayat bisiklet binmeye benzer pedal çevirdikçe ayakta kalırsın." diye bir söz vardır. Bisiklete olan tutkum da ilkokuldan yarım kalma bir Hayat Bilgisi dersidir.
Pedal çevirmeyi bıraktığım anda soğuğun etkisi ile terim vücudumu saran buzdan bir battaniyeye dönüşüyordu. O an dağ koşu yarışlarının zorunlu malzemesi termal battaniyeyi almam gerektiği aklıma geldi. Almamıştım.
Ayak ve el parmak uçlarım üşümeye başlamıştı.
Ünlü dağcı Tunç Fındık, "dağda her hareketin ölüm kalım meselesidir, o an karar verirsin ya da ölürsün, orası bir Survivor seti değildir " mealinde birşeyler dediğini okumuştum.
Benim korku ile ilişkim öğrendiğim birşeydir. Uzun yıllar gerçek bir korkaktım sonra korktuğum şeyleri yapmaya başladım, şimdilerde bir koruma, korunma aracı olarak korkunun iyi birşey olduğunu biliyorum ve görece de olsa korkularımı yönetebiliyorum.
Sislerin arasında bir ormanda yürümek insana değişik duygular verir. Geçici bir körlük anı. Dün bisikletimle giderken ancak 5-10 m ilerisini görebiliyordum. Çok nadirde olsa bu yoldan araba geçer, birileri çarpmasın diye en sağdan gitmeye çalışıyordum. Yanımdan geçen bir iki arabanın içindekilerinin benimle ilgili ne düşündüğünü çok merak ettim.
Meteoroloji Radarı'nı geçtikten sonra 20 km iniş başlamıştı işte o an hipotermiye girmekten korktum. Sisin taşıdığı nem tipi olarak kum taneleri gibi yüzüme çarpıyordu. Ellerim uyuşmuştu, ayaklarım biraz daha iyiydi ama onlar da üşüyordu.
Sisin arasında, önceleri hız yapmayı çok sevdiğim yerlerden daha temkinli geçiyordum.
Tırazlı Köyü'ne geldiğimde sis açılmış betonkent İzmir gözükmüş ve hava yumuşamıştı. Limontepe üzerinden çevre yoluna girmiş Optimum'un önünde trafiğe takılmıştım.
Eve geldiğimde macera bitmiş, sıcak suyun rahatlatıcı etkisi ile "home sweet home" moduyla kendime gelmiştim.
İngilizce de "Comfort zone" diye çok güzel bir deyiş vardır. Bulunduğunuz rahatlığa esir olmak demektir.
Oysa macera her zaman bu "rahatlık bölgesi"nden kendinizi bilinmeyene sürgün etmek ile ilgilidir.
Macera sizi bekliyor. Kontrolü ele geçirin.
Kontrol ile ilgili 3-4 yaşında çocuklarla yapılmış çok iyi kurgusal bir deney vardır. Bir odaya çocuklar bırakılır önlerinde bir masa, masada şekerler vardır. Çocuklara, eğer şekerleri 15 dakika yemeden beklerlerse daha çok şeker verileceği söylenir ve şekerle baş başa bırakılırlar. Bazı çocuklar şekeri hemen yer, bazıları bekler. Sonra bu deneyin ikinci aşamasına geçilir ve bu çocuklar uzun yıllar takip edilir. Şeker için bekleyenler, beklemeyenlere göre hayatta daha başarılı olmuşturlar.
Bundan sonra yazacaklarım kontrolün kimde olduğu ile ilgili bir şey bulamayacaksınız, soğuk bir kış günü yaşanmış bir bisiklet macerası okuyacaksınız.
Hayat, hayatın size sunduklarını nasıl algıladığınız ile ilgilidir. Kabuğunuzun sizi sıkması ve onu kırıp büyümek ya da kabuğa hapsolup orada ölmeyi beklemek ile ilgilidir.
Dün bisikletimle Menderes'i geçer geçmez Dereköy Kavşağı'ndan sağa döndüğümde Teke Dağı yoğun bir sis altındaydı. Çatalca Köyü'nden başlayarak yaklaşık 15 km durmaksızın tırmanacağımı biliyordum. Sonrasındaki iniş ise benim için en keyif aldığım iniştir. Askeri Radar'a ve Kavacık Köyü'ne giden bu yol sıcak asfaltı, eğimi ve keskin kıvrımları ve Tırazlı Köyü yakınlarında sert esen kuzey rüzgarına bir duvar gibi çarpıp denge sağlamakta zorlandığım inişi ile bir adrenalin kaynağıdır benim için.
Bu yolun her metresini ezbere bilirim, her taşını, sağlı sollu bağlarını, armut ağaçlarını bilirim. Rüzgarın içinizi yakan acısını ve yalnızlık uğultusunu bilirim.
Güneybatıda Menderes Ovası'nın seraları her daim parlar, kuzeydoğuda Nif daha bir heybetlidir, sağında kayadan zirvesi ile Mahmut Dağı'nı görürsünüz, güneyde Sisam Adası ve bizim denizimiz Ege uzanır, Efemçukuru kavşağından çok uzaklarda Çeşme Yarımadası ve Karaburun, yakınlarda Seferihisar ve Urla gözükür. Kuzeyde benim içimi acıtan bir beton görgüsüzlüğü ile İzmir'i görürsünüz. Denizin mavisini boğan bir beton.
Sise girdiğimde Tuprag Altın Madeni'ni geçiyordum, yerler ıslak ve yol yer yer bozulmuştu, hava soğuktu.
"Hayat bisiklet binmeye benzer pedal çevirdikçe ayakta kalırsın." diye bir söz vardır. Bisiklete olan tutkum da ilkokuldan yarım kalma bir Hayat Bilgisi dersidir.
Pedal çevirmeyi bıraktığım anda soğuğun etkisi ile terim vücudumu saran buzdan bir battaniyeye dönüşüyordu. O an dağ koşu yarışlarının zorunlu malzemesi termal battaniyeyi almam gerektiği aklıma geldi. Almamıştım.
Ayak ve el parmak uçlarım üşümeye başlamıştı.
Ünlü dağcı Tunç Fındık, "dağda her hareketin ölüm kalım meselesidir, o an karar verirsin ya da ölürsün, orası bir Survivor seti değildir " mealinde birşeyler dediğini okumuştum.
Benim korku ile ilişkim öğrendiğim birşeydir. Uzun yıllar gerçek bir korkaktım sonra korktuğum şeyleri yapmaya başladım, şimdilerde bir koruma, korunma aracı olarak korkunun iyi birşey olduğunu biliyorum ve görece de olsa korkularımı yönetebiliyorum.
Sislerin arasında bir ormanda yürümek insana değişik duygular verir. Geçici bir körlük anı. Dün bisikletimle giderken ancak 5-10 m ilerisini görebiliyordum. Çok nadirde olsa bu yoldan araba geçer, birileri çarpmasın diye en sağdan gitmeye çalışıyordum. Yanımdan geçen bir iki arabanın içindekilerinin benimle ilgili ne düşündüğünü çok merak ettim.
Meteoroloji Radarı'nı geçtikten sonra 20 km iniş başlamıştı işte o an hipotermiye girmekten korktum. Sisin taşıdığı nem tipi olarak kum taneleri gibi yüzüme çarpıyordu. Ellerim uyuşmuştu, ayaklarım biraz daha iyiydi ama onlar da üşüyordu.
Sisin arasında, önceleri hız yapmayı çok sevdiğim yerlerden daha temkinli geçiyordum.
Tırazlı Köyü'ne geldiğimde sis açılmış betonkent İzmir gözükmüş ve hava yumuşamıştı. Limontepe üzerinden çevre yoluna girmiş Optimum'un önünde trafiğe takılmıştım.
Eve geldiğimde macera bitmiş, sıcak suyun rahatlatıcı etkisi ile "home sweet home" moduyla kendime gelmiştim.
İngilizce de "Comfort zone" diye çok güzel bir deyiş vardır. Bulunduğunuz rahatlığa esir olmak demektir.
Oysa macera her zaman bu "rahatlık bölgesi"nden kendinizi bilinmeyene sürgün etmek ile ilgilidir.
Macera sizi bekliyor. Kontrolü ele geçirin.
Bir metafordan yola çıkmak
Kafamda bir sürü metafor dolanıp duruyor. İnsanlar metaforu sever çünkü insan beyni somut şeyleri soyut şeylerden daha hızlı algılar bünün üzerine gerçeğin bükülerek rasyonalize edildiği hikaye anlama ve anlatma eklenince gerçekliği olmayan birçok mite inanmaya başlar. Bu inanç bize güvenli bölge sağlar bir nevi çölden kaçışın güvenli vahasında yaşamaya başlarız.
Aslında anlatmak istediğim metafor bir ırmak hikayesi idi. Bir dere olarak cılız sularla başlayan bir ırmak hikayesi. Dağ dere tepe gezmişliğim, baharda karın şıpır şıpır erimesi de dahil bir ip gibi akan su damlalarının sızışını, akışını görmüşlüğüm çoktur benim. Metaforumuzda bu hayatın başlangıcıdır. Önce küçük dereler oluşur sonra küçük çaylar bunlar ırmak olup ummana erişmeye çalışırlar. En çılgın dönemleri dağlardan çılgınca akışlarıdır gençliğimize benzerler sonra ovaya kavuşurlar hayatımızın büyük bölümü bu mendereslere benzer kıvrım kıvrım, zaman zaman daha önce geçtiği noktaya yaklaşır, sessiz sakin gözükür ama bir akış vardır dipten dipten ilerleyen, deryaya ulaşmadan önce dinginleşir yorulmuştur.
Sonra deniz olur. Deniz oluruz. Deniz ölümün adıdır bir ırmak için.
Küçük Menderes ırmağı Selçuk Pamucak Sahili'nde kavuşur denizine. Yolunuz Selçuk'tan Özdere'ye doğru giden yoldan geçerse Kuşadası Selçuk yol ayrımından 2-3 km sonra geçeceğiniz köprünün üzerinde durun ve koskoca Küçük Menderes Havzası'nı bize armağan eden, kadim zamanların New York liman kenti Efes şehrini taşıdığı alüvyonlarla denizden koparan Küçük Menderes nehrinin kimyasal köpükleri ve pis bir koku ile simsiyah akan suyuna bakın. Kirli bir ölümdür, denize kavuşmadan onu öldürdüğümüz bir ölüm.
Metaforları severim ben. Bu ülke insanının meziyetlerini anlata anlata bitiremediğimiz, bizden başka herkesi eleştirdiğimiz akıl dışı bir eğitimden geçtik hepimiz ve Küçük Menderes gibi kirlendiğimizi ve koktuğumuzu söyleyenleri hep düşman kabul ettik. Bir menderes akışında yavaş yavaş kirlendiğimizi anlayamadık.
Aslında anlatmak istediğim metafor bir ırmak hikayesi idi. Bir dere olarak cılız sularla başlayan bir ırmak hikayesi. Dağ dere tepe gezmişliğim, baharda karın şıpır şıpır erimesi de dahil bir ip gibi akan su damlalarının sızışını, akışını görmüşlüğüm çoktur benim. Metaforumuzda bu hayatın başlangıcıdır. Önce küçük dereler oluşur sonra küçük çaylar bunlar ırmak olup ummana erişmeye çalışırlar. En çılgın dönemleri dağlardan çılgınca akışlarıdır gençliğimize benzerler sonra ovaya kavuşurlar hayatımızın büyük bölümü bu mendereslere benzer kıvrım kıvrım, zaman zaman daha önce geçtiği noktaya yaklaşır, sessiz sakin gözükür ama bir akış vardır dipten dipten ilerleyen, deryaya ulaşmadan önce dinginleşir yorulmuştur.
Sonra deniz olur. Deniz oluruz. Deniz ölümün adıdır bir ırmak için.
Küçük Menderes ırmağı Selçuk Pamucak Sahili'nde kavuşur denizine. Yolunuz Selçuk'tan Özdere'ye doğru giden yoldan geçerse Kuşadası Selçuk yol ayrımından 2-3 km sonra geçeceğiniz köprünün üzerinde durun ve koskoca Küçük Menderes Havzası'nı bize armağan eden, kadim zamanların New York liman kenti Efes şehrini taşıdığı alüvyonlarla denizden koparan Küçük Menderes nehrinin kimyasal köpükleri ve pis bir koku ile simsiyah akan suyuna bakın. Kirli bir ölümdür, denize kavuşmadan onu öldürdüğümüz bir ölüm.
Metaforları severim ben. Bu ülke insanının meziyetlerini anlata anlata bitiremediğimiz, bizden başka herkesi eleştirdiğimiz akıl dışı bir eğitimden geçtik hepimiz ve Küçük Menderes gibi kirlendiğimizi ve koktuğumuzu söyleyenleri hep düşman kabul ettik. Bir menderes akışında yavaş yavaş kirlendiğimizi anlayamadık.
Başlangıç
Hayatın küçük paradoksal halkaların oluşturduğu büyük paradoksal halkaların birleşmesinden oluşan bir yolculuk içinde olduğunu , paradoksların da bir genetik şifresi bu genetik şifrenin zamanla mutasyona uğradığını ve paradoksal hayatlarımızı biçimlendirdiğini düşünüyorum.
Pisa Kulesi metaforunu çok seviyorum. Hayata başlangıcınız, yetiştiğiniz ülke sizin kaderinizi de belirliyor. Pisa yanlış bir zemin üzerine kurulduğu fark edildiğinde iş işten geçmiş binanın büyük kısmı tamamlanmıştır bu yüzden her yeni kat yapılırken sütunların boyutları değiştirilerek dik durması sağlanılmaya çalışılmış zemin sağlam olmadığı için de yük arttıkça eğilme artmış tekrar düzeltilme yapılmış ve en sonunda muhteşem bir eser meydana gelmiş ama onu gören her insanda da onun eğikliğinin verdiği rahatsızlık duygusu ortaya çıkmıştır.
İnsan da biraz bunun gibidir doğduğu kültürü değiştiremez bu yüzden de bu ülkenin en eğitimli insanında bile dışardan bakıldığında bakanı rahatsız eden bir Pisa Kulesi eğikliği vardır. Kişi kendini dışardan pek nesnel olarak göremeyeceği için de bundan bihaber mutlu mesut yaşar. Bu eğikliği gören dış gözleri düşman bellemek özsaygıyı katılaştırarak kendi içine kapatır. Kendi içinde yaşamaya başlayan birey -toplum- bir süre sonra kendini tanrılaştırır ve kutsar.
İnsan davranışını belirleyen paradigmaların bir çoğu; açlık, üreme ve güvenlik ihtiyaçlarından ortaya çıkar. Bunları eksiksiz sağlayan toplumların, gelişmiş üst insanın uğraşı olan dünyayı değiştirme, sanat, yaşamın gizemini çözme, bilim gibi uğraşları olur.
Başlangıçta yazdığım paradoksal yapı bizim seçimimiz değildir. Orada ortaya çıkmışızdır. Bizim seçimimiz olmayan bu paradoksu fark etmek paradoksun doğası gereği çok zordur ama değiştirilemez değildir.
Kelebek etkisi diye bir önerme var. Öğrenmek lazım.
Pisa Kulesi metaforunu çok seviyorum. Hayata başlangıcınız, yetiştiğiniz ülke sizin kaderinizi de belirliyor. Pisa yanlış bir zemin üzerine kurulduğu fark edildiğinde iş işten geçmiş binanın büyük kısmı tamamlanmıştır bu yüzden her yeni kat yapılırken sütunların boyutları değiştirilerek dik durması sağlanılmaya çalışılmış zemin sağlam olmadığı için de yük arttıkça eğilme artmış tekrar düzeltilme yapılmış ve en sonunda muhteşem bir eser meydana gelmiş ama onu gören her insanda da onun eğikliğinin verdiği rahatsızlık duygusu ortaya çıkmıştır.
İnsan da biraz bunun gibidir doğduğu kültürü değiştiremez bu yüzden de bu ülkenin en eğitimli insanında bile dışardan bakıldığında bakanı rahatsız eden bir Pisa Kulesi eğikliği vardır. Kişi kendini dışardan pek nesnel olarak göremeyeceği için de bundan bihaber mutlu mesut yaşar. Bu eğikliği gören dış gözleri düşman bellemek özsaygıyı katılaştırarak kendi içine kapatır. Kendi içinde yaşamaya başlayan birey -toplum- bir süre sonra kendini tanrılaştırır ve kutsar.
İnsan davranışını belirleyen paradigmaların bir çoğu; açlık, üreme ve güvenlik ihtiyaçlarından ortaya çıkar. Bunları eksiksiz sağlayan toplumların, gelişmiş üst insanın uğraşı olan dünyayı değiştirme, sanat, yaşamın gizemini çözme, bilim gibi uğraşları olur.
Başlangıçta yazdığım paradoksal yapı bizim seçimimiz değildir. Orada ortaya çıkmışızdır. Bizim seçimimiz olmayan bu paradoksu fark etmek paradoksun doğası gereği çok zordur ama değiştirilemez değildir.
Kelebek etkisi diye bir önerme var. Öğrenmek lazım.
Emo
Çok garip bir şekilde karşılaştığım bir sözcük "emo". İngilizce emotional sözcüğünden elde edilmiş. Türkçe karşılığı metal dinleyen kendine zarar veren kişi. İngilizce tanımı ise bu sözcüğün bende oluşturduğu izlenimin bire bir karşılığını veriyor: an individual or group of people associated with the subculture and listen hardcore punk rock. ( alt kültürle ilişkili ve punk rock dinleyen kişi ya da grup)
Duygularımızı beynimizin yönettiği hormon dediğimiz kimyasal kokteyllerinin kanımıza karışım oranları belirler. Beynimizi yönetme olasılığımız duygularınızı yönetme olasılığından daha yüksektir. Bu iki ayrı karekter iki ayrı yönetici gibi davranırlar ama ikisini uyum içinde çalışmasını sağlamak da olasıdır. Bunun için kişinin önce duygusal stabileteyi sağlayabileceği enstrümanlara ve iyi bir eğitim ile (formal ya da resmî (oficial) eğitim olmasına gerek yok) farkındalık geliştirmesi gerekir.
Emo'nun bizdeki karşılığı Müslüm Baba hayranları olabilir. Duygularını yönetemeyen bu yüzden de altkültür enstrümanlarıyla kendine ve çevresine zarar veren bir tip ile karşılaşırız. (Gerçi emo bunun farkında değildir)
Hayat tatlı yönlerinden daha çok acı tarafları ve acımasızlıkları ile hayatımızı biçimlendirir. Bütün güzel anlar kısa, acılar uzun sürelidir. (Orgazm anı ile bacağınızın kırığının ya da bir yaranızın iyileşmesini düşünün) Güzel haber, herşey geçicidir.
Hayata nasıl ve nerede başladığımız bizim seçimimiz değildir. Onun bize hazırladığı planları asla yaşamadan bilemeyeceğiz. Ama hayatımız onun bize yaptıkları karşısında verdiğimiz tepkilerle biçimlenir. Doğru tepkileri vermek hayatın doğası ve insanın egosu yüzünden her zaman mümkün değildir.
Farkındalık geliştirmek öğrenilebilir, bu da bizi bir emo olmaktan koruyabilir. Belki böylece duygularınız sizi değil, duygularınızı siz yönetirsiniz.
Duygularımızı beynimizin yönettiği hormon dediğimiz kimyasal kokteyllerinin kanımıza karışım oranları belirler. Beynimizi yönetme olasılığımız duygularınızı yönetme olasılığından daha yüksektir. Bu iki ayrı karekter iki ayrı yönetici gibi davranırlar ama ikisini uyum içinde çalışmasını sağlamak da olasıdır. Bunun için kişinin önce duygusal stabileteyi sağlayabileceği enstrümanlara ve iyi bir eğitim ile (formal ya da resmî (oficial) eğitim olmasına gerek yok) farkındalık geliştirmesi gerekir.
Emo'nun bizdeki karşılığı Müslüm Baba hayranları olabilir. Duygularını yönetemeyen bu yüzden de altkültür enstrümanlarıyla kendine ve çevresine zarar veren bir tip ile karşılaşırız. (Gerçi emo bunun farkında değildir)
Hayat tatlı yönlerinden daha çok acı tarafları ve acımasızlıkları ile hayatımızı biçimlendirir. Bütün güzel anlar kısa, acılar uzun sürelidir. (Orgazm anı ile bacağınızın kırığının ya da bir yaranızın iyileşmesini düşünün) Güzel haber, herşey geçicidir.
Hayata nasıl ve nerede başladığımız bizim seçimimiz değildir. Onun bize hazırladığı planları asla yaşamadan bilemeyeceğiz. Ama hayatımız onun bize yaptıkları karşısında verdiğimiz tepkilerle biçimlenir. Doğru tepkileri vermek hayatın doğası ve insanın egosu yüzünden her zaman mümkün değildir.
Farkındalık geliştirmek öğrenilebilir, bu da bizi bir emo olmaktan koruyabilir. Belki böylece duygularınız sizi değil, duygularınızı siz yönetirsiniz.
Sıkılmak
Güncel ve popüler olan eğlencelidir oysa gerçek değişim sıkıcı olandır. Belki bu gerçeği fark eden yatırımcı genius Elon Musk "Boring Company " diye bir şirket kurmuştur.
Bu arada neden Amerika gibi ülkelerde yaratıcılığa dayalı sıfırdan milyarder ( dolar cinsi milyarder) olan insan sayısı bizim gibi süslü ifade "gelişmekte olan ülkelerden" pek çıkmaz. Çünkü yaratıcılığa giden düşünce algoritmalarına eğitim sistemlerinde yer yoktur. İnanç cahillerin düşünce algoritmasıdır, bilgiye pek ihtiyaç duymaz. İnanç insanı tutuculaştırır, bilmek özgürleştirir.
Güncelliğin ve popüler olmanın eğlenceli sularından, gerçeğin ve öğrenmenin sıkıcı sularına geçmediğiniz sürece eğlence ve popüler olan bir süre sonra sıkıcı olmaya başlayacaktır. Gerçek eğlence ve mutluluk sıkıcılığın bir ürünüdür.
Bol sıkıntılı haftalar.
Bu arada neden Amerika gibi ülkelerde yaratıcılığa dayalı sıfırdan milyarder ( dolar cinsi milyarder) olan insan sayısı bizim gibi süslü ifade "gelişmekte olan ülkelerden" pek çıkmaz. Çünkü yaratıcılığa giden düşünce algoritmalarına eğitim sistemlerinde yer yoktur. İnanç cahillerin düşünce algoritmasıdır, bilgiye pek ihtiyaç duymaz. İnanç insanı tutuculaştırır, bilmek özgürleştirir.
Güncelliğin ve popüler olmanın eğlenceli sularından, gerçeğin ve öğrenmenin sıkıcı sularına geçmediğiniz sürece eğlence ve popüler olan bir süre sonra sıkıcı olmaya başlayacaktır. Gerçek eğlence ve mutluluk sıkıcılığın bir ürünüdür.
Bol sıkıntılı haftalar.
Maymun görür maymun yapar
Doğrunun iki keskin yüzü vardır; birincisi sizin baktığınız açıdan, diğeri sizin öteki dediğiniz kişi tarafından bakılan açıdan gözükür. Mutlak doğru beynimizin kusurlu evrimi ve aldığımız eğitim yüzünden asla olmayacaktır. Bir de buna yaşadığınız toplumun gizli dili, iletişim aracı varoluş- güvenlik parametreleri eklenir ve bir süre sonra gözünüzün içine batan gerçeği görmemeyi tercih edersiniz. Bununla ilgili çok güzel bir algı yanılsaması deneyi vardır; siyah ve beyaz karelerden oluşan bir şekilde çizgiler kırık görürsünüz. ( Bir örneğini yazının sonuna ekledim)
Monkey see, monley do. ( maymun görür, maymun yapar) dün akşam bir film izlerken duyduğum bu deyimi Googleladığımda Wikipedia çıktı ama malum nedenden erişemedim ama VPN sağolsun. (Yasakların rasyonel ve uygulanabilir olması beklenir yoksa yasak yasak değildir, uyanık olan zaten bir yolunu bulacaktır, akıldışı yasaklarla sadece aptalları daha da aptallaştırırsınız, bu da bir bumerang etkisi yapar ve toplumca hep aynı yerde sayarsınız, bilginin önemini sayıklamanız ona erişim yollarını tıkadığınızda Bir anlam ifade etmeyecektir, bu yediğiniz yemeğin çok güzel olduğunu anlatmanıza ama o yemeği başkalarına asla tattırmamanıza benzer) Deyim 1920'lerde Amerika'da ortaya çıkmış, kökeni de Afrika halk hikayelerine dayanıyormuş. Nirvana'nın da stay away adlı bir şarkısın da bu deyim kullanılmış. ( bana çok gürültülü geldi meraklısına https://youtu.be/3YtH2rjrfaI ) "Monkey see, monkey do." Deyişinin anlamı da; birşeyi anlamadan yapmak olarak belirtiliyordu.
Bir grup içinde her zaman birileri birilerinin birşeyi yapmasını bekler. Bu ilk hareketi yapanın güvende olduğunu anlayan grubun diğer üyeleri aynısını tekrar eder. Düşünmek doğası gereği çok karmaşık parametrelere dayanır, uzun zaman gerektirir çünkü evrimin en son çıktısıdır. Avcı toplayıcı atalarınızın "monkey see, monkey do" davranışında bulunmaları hayatta kalması için bir avantaj sağlamıştır, çünkü bir kaplan gruba yaklaşırken onun hangi açı ile gruba yaklaştığını hesaplamak grup üyelerine hiçbir avantaj sağlamayacaktır. Oysa çağımızın karmaşık ekonomik,sosyal, kültürel dünyasında düşünmek çoğunlukla büyük bir avantaj sağlayacaktır. Düşünmenin en büyük enstrümanı ise bilgidir.
Nerde kalmıştık?
Konuyla pek ilgili değil ama Dolar'ın 5 lirayı görmesi yakındır.
Monkey see, monley do. ( maymun görür, maymun yapar) dün akşam bir film izlerken duyduğum bu deyimi Googleladığımda Wikipedia çıktı ama malum nedenden erişemedim ama VPN sağolsun. (Yasakların rasyonel ve uygulanabilir olması beklenir yoksa yasak yasak değildir, uyanık olan zaten bir yolunu bulacaktır, akıldışı yasaklarla sadece aptalları daha da aptallaştırırsınız, bu da bir bumerang etkisi yapar ve toplumca hep aynı yerde sayarsınız, bilginin önemini sayıklamanız ona erişim yollarını tıkadığınızda Bir anlam ifade etmeyecektir, bu yediğiniz yemeğin çok güzel olduğunu anlatmanıza ama o yemeği başkalarına asla tattırmamanıza benzer) Deyim 1920'lerde Amerika'da ortaya çıkmış, kökeni de Afrika halk hikayelerine dayanıyormuş. Nirvana'nın da stay away adlı bir şarkısın da bu deyim kullanılmış. ( bana çok gürültülü geldi meraklısına https://youtu.be/3YtH2rjrfaI ) "Monkey see, monkey do." Deyişinin anlamı da; birşeyi anlamadan yapmak olarak belirtiliyordu.
Bir grup içinde her zaman birileri birilerinin birşeyi yapmasını bekler. Bu ilk hareketi yapanın güvende olduğunu anlayan grubun diğer üyeleri aynısını tekrar eder. Düşünmek doğası gereği çok karmaşık parametrelere dayanır, uzun zaman gerektirir çünkü evrimin en son çıktısıdır. Avcı toplayıcı atalarınızın "monkey see, monkey do" davranışında bulunmaları hayatta kalması için bir avantaj sağlamıştır, çünkü bir kaplan gruba yaklaşırken onun hangi açı ile gruba yaklaştığını hesaplamak grup üyelerine hiçbir avantaj sağlamayacaktır. Oysa çağımızın karmaşık ekonomik,sosyal, kültürel dünyasında düşünmek çoğunlukla büyük bir avantaj sağlayacaktır. Düşünmenin en büyük enstrümanı ise bilgidir.
Nerde kalmıştık?
Konuyla pek ilgili değil ama Dolar'ın 5 lirayı görmesi yakındır.
Öğreninceye kadar taklit et
"Fake it until you make it!"
"Yapıncaya kadar taklit et!"
Campagnolo bisikletlerdeki çoklu vites sistemini bulan İtalyan bisiklet üreticisidir. Aynı zamanlarda da Shimano çok az kimsenin bildiği Japon bisiklet malzemelerini üreten bir firmadır. Campangolo'nun çoklu vites fikrini taklit ederek üretmeye başlar, günümüzde Campangolo'yu sadece bisiklet sporu İle ilgilenen insanlar bilir ama Shimano neredeyse bir tekel durumundadır. Birçok insan ismini duymuştur.
Öğrenme taklit etmek ile ilgili bir durumdur. Bir öğretmen olarak bilirim; öğrencilerine ne kadar iyi taklit etmeyi öğretirseniz o kadar iyi öğretirsiniz.
Bir yetişkin olarak halen bu mottoyu kullanırım. "Öğreninceye kadar taklit et!"
Başlangıçta etkili olan bu kavram eğer orijinal olma kaygısı İle bütünleşmesse ölümcüldür. Kendinizi bulmak öğrendikten sonra orijinal olma kaygısından gelişir.
Bir dişçide öğrendiğim diğer bir söz beni hep ikilemde bırakmıştır. "İyinin düşmanı mükemmeldir." İyi olmak risk almamayı gerektirir oysa mükemmel olmak risk almayı ve onu yönetebilmekle ilgilidir. Burada seçim yapmak size kalmıştır, taklit ederek iyi olursunuz, risk alarak ve onu yöneterek mükemmel.
Ben kontrolüm altında olan, yapabileceğim işlerde mükemmel olmak istiyorum. Bu konudaki en büyük handikabım ise yetersiz aldığım temel eğitimim.
İyi bir eğitim olanakları sizi mükemmelleştirir. Çünkü iyi bir eğitim taklit aşamasını kısa tutar.
"Yapıncaya kadar taklit et!"
Campagnolo bisikletlerdeki çoklu vites sistemini bulan İtalyan bisiklet üreticisidir. Aynı zamanlarda da Shimano çok az kimsenin bildiği Japon bisiklet malzemelerini üreten bir firmadır. Campangolo'nun çoklu vites fikrini taklit ederek üretmeye başlar, günümüzde Campangolo'yu sadece bisiklet sporu İle ilgilenen insanlar bilir ama Shimano neredeyse bir tekel durumundadır. Birçok insan ismini duymuştur.
Öğrenme taklit etmek ile ilgili bir durumdur. Bir öğretmen olarak bilirim; öğrencilerine ne kadar iyi taklit etmeyi öğretirseniz o kadar iyi öğretirsiniz.
Bir yetişkin olarak halen bu mottoyu kullanırım. "Öğreninceye kadar taklit et!"
Başlangıçta etkili olan bu kavram eğer orijinal olma kaygısı İle bütünleşmesse ölümcüldür. Kendinizi bulmak öğrendikten sonra orijinal olma kaygısından gelişir.
Bir dişçide öğrendiğim diğer bir söz beni hep ikilemde bırakmıştır. "İyinin düşmanı mükemmeldir." İyi olmak risk almamayı gerektirir oysa mükemmel olmak risk almayı ve onu yönetebilmekle ilgilidir. Burada seçim yapmak size kalmıştır, taklit ederek iyi olursunuz, risk alarak ve onu yöneterek mükemmel.
Ben kontrolüm altında olan, yapabileceğim işlerde mükemmel olmak istiyorum. Bu konudaki en büyük handikabım ise yetersiz aldığım temel eğitimim.
İyi bir eğitim olanakları sizi mükemmelleştirir. Çünkü iyi bir eğitim taklit aşamasını kısa tutar.
Ötekiler
Bu sabah bisiklet ile Gaziemir Torbalı çift şerit bölünmüş yolunda karşılaştığım yolun karşı tarafına geçmeye çalışan, yolun üçte birini yarılamış ihtimal benimle yaşıt bir kaplumbağayı bir poşete koyarak yaklaşık bir km bir yolculuktan sonra güvenli bir yere bıraktım.
Dün ise gene Urla Çamlı'da bisiklet sürerken yolu gene ortalamış bir bukalemunu gelen aracı yavaşlatarak güvenle karşıya geçmesini bekledim. Her ne kadar hayvanlığını yapıp, kabarıp tıslayarak beni korkutmaya çalışsa da içimi tarifsiz bir huzur kapladı.
Polonyalı psikolog Kazimierz Dabrowski ikinci dünya savaşı sırasında toplama kamplarıyla ilgili birçok insanın duyarsızlığına karşı bazı insanların duyarlılığını anlatmak için ortaya koyduğu "aşırı hassasiyet " ile ilgili belirlediği beş özellik vardır. Bu genelde üstün yeteneklilere atfedilir. Bu çocukların ve insanların tipik özellikleri onları sağlıklı toplumlarda lider haline getirir , bizim gibi hasta toplumlarda ise çoğunlukla içe dönük insan tipine dönüşürler.
Neyse bütün bu girizgah iki yıl önce hayvanların insan ve onun yarattığı teknoloji yüzünden çektiği acılarının çoğu zaman da ölümlerinin bende yarattığı duygular üzerine yazdığım bir yazıyı paylaşmak için.
K
İnsan birey ya da bir sürü olarak diğer canlılara verdiği zulmü sürdürdüğü sürece kendi de huzur bulamayacak.
Ve yazı.
Bu sabah 6:06 ile 9:30 arasında bisiklet sürerken, -ezilmiş olarak-önce bir kedi sonrasında bir kirpi, bir kuş, bir keler, bir yılan, bir tarla faresi, yoldan geçmeye çalışan bir kaplumbağa, sonra tekrar bir kirpi ve en sonunda da bir sincap ölüsü gördüm.
Gördüğüm ölü hayvan sayısı canlı olanlardan daha fazlaydı.
Ben bu yazıyı yazdığım anda da binlerce, tavuk, ördek, kaz, koyun-kuzu, keçi-oğlak, domuz, inek-dana... gözlerinin önünde arkadaşlarının ölümü ve kan kokusuyla katledilecek ve insan denen varlığı obezleştirerek, onları kalp, kanser, kolestrol vb. hastası yapacak ve bu hastalıklarla mücadele için insanlar milyon dolarlar harcayacak ve bunların bireyde yarattığı strese dayalı öfke hali ile yaşamaya ve hayatı kendilerine ve öbür canlılara zindan etmeye devam edecek.
Pardon?
Biri "insanlık" mı dedi?
Dün ise gene Urla Çamlı'da bisiklet sürerken yolu gene ortalamış bir bukalemunu gelen aracı yavaşlatarak güvenle karşıya geçmesini bekledim. Her ne kadar hayvanlığını yapıp, kabarıp tıslayarak beni korkutmaya çalışsa da içimi tarifsiz bir huzur kapladı.
Polonyalı psikolog Kazimierz Dabrowski ikinci dünya savaşı sırasında toplama kamplarıyla ilgili birçok insanın duyarsızlığına karşı bazı insanların duyarlılığını anlatmak için ortaya koyduğu "aşırı hassasiyet " ile ilgili belirlediği beş özellik vardır. Bu genelde üstün yeteneklilere atfedilir. Bu çocukların ve insanların tipik özellikleri onları sağlıklı toplumlarda lider haline getirir , bizim gibi hasta toplumlarda ise çoğunlukla içe dönük insan tipine dönüşürler.
Neyse bütün bu girizgah iki yıl önce hayvanların insan ve onun yarattığı teknoloji yüzünden çektiği acılarının çoğu zaman da ölümlerinin bende yarattığı duygular üzerine yazdığım bir yazıyı paylaşmak için.
K
İnsan birey ya da bir sürü olarak diğer canlılara verdiği zulmü sürdürdüğü sürece kendi de huzur bulamayacak.
Ve yazı.
Bu sabah 6:06 ile 9:30 arasında bisiklet sürerken, -ezilmiş olarak-önce bir kedi sonrasında bir kirpi, bir kuş, bir keler, bir yılan, bir tarla faresi, yoldan geçmeye çalışan bir kaplumbağa, sonra tekrar bir kirpi ve en sonunda da bir sincap ölüsü gördüm.
Gördüğüm ölü hayvan sayısı canlı olanlardan daha fazlaydı.
Ben bu yazıyı yazdığım anda da binlerce, tavuk, ördek, kaz, koyun-kuzu, keçi-oğlak, domuz, inek-dana... gözlerinin önünde arkadaşlarının ölümü ve kan kokusuyla katledilecek ve insan denen varlığı obezleştirerek, onları kalp, kanser, kolestrol vb. hastası yapacak ve bu hastalıklarla mücadele için insanlar milyon dolarlar harcayacak ve bunların bireyde yarattığı strese dayalı öfke hali ile yaşamaya ve hayatı kendilerine ve öbür canlılara zindan etmeye devam edecek.
Pardon?
Biri "insanlık" mı dedi?
Garip bir varlık olarak insan
Gerçek, uydurmadan (Fiction -uydurmaca-İgilizce'de roman, hikaye türünün genel adıdır) daha gariptir, uydurmaca olasılıklara dayanmak zorundadır; gerçek değil.
Mark Twain
Truth is stranger than fiction, but it is because Fiction is obliged to stick to possibilities; Truth isn't.
Mark Twain
Roald Dahl'ın Going Solo ( Tek Başına) adında otobiyografik bir kitabı vardır. Bütün hikayelerinde olduğu gibi bu yaşam öyküsü de ilginç, garip olaylarla doludur. Bu güne kadar okuduğum en ilginç olay bu otobiyografik kitapta geçer.
Bir gemi yolculuğu sırasında her akşam barda içerlerken adamlardan biri sürekli omuzumdaki kepekleri şikayet ederek elinin tersiyle süpürmektedir. Roald Dahl bu adamla aynı kamarada kaldıklarını fark eder ve bir gün adamın kel olduğunu ve bara gitmeden önce peruk taktığını ve ceketinin omuzlarına kepek görüntüsü vermesi için bir toz serptiğini görür.
İnsan garip bir varlıktır "olmaz olmaz deme, herşey olur" cümlesini hayata geçirmek için elinden gelen herşeyi yapar.
İnsan irrasyonel bir varlıktır da, öğrendiğim onu en irrasyonel hale getiren şey ise sindiremediği, fark etmediği aşağılık kompleksleridir. Boku ile kavga etme alışkanlığı diyebileceğimiz aşağılık kompleksi, bokun yediklerimizden artakalan görevini yapmış bir atık olduğu gerçeğini anlamamak ve onunla neden koktuğu, rengi, kıvamı, şekli konusunda kavgaya tutuşmaktır.
Aşağılık kompleksinin en büyük kaynağı ezik geçirilmiş çocukluk ve yaşanmamış hayatlardır.
Carl Jung " insan anlamsızlığa tahammül edemez" der.
(Man cannot stand a meaningless life." Carl Jung)
Anlam değişmez bir realite değildir; dünya, hayat olduğu gibi değil, olduğumuz gibidir, onu olduğu gibi değil olduğumuz gibi algılarız.
Çocukluğumuz bu anlam arayışında bize en çok yön veren dönemdir.
Çocukluğumuzla bokumuzla olduğu gibi kavga etmeden onu doğru ve yanlışları ile anlamak anlam arayışımıza olumlu bir katkı sağlayacaktır. İngilizce bir kalıp olarak "let it go" (bırak gitsin) diye bir cümle vardır. Kontrol edemediğimiz herşeye bu gözle bakmalıyız, onları bizim tutasağımız , bir süre sonra da bizim onların tutsağı olmamıza izin vermemeliyiz.
Gerçekliğin garip dünyasına hoş geldiniz.
Carl jung ile bitirelim. Başkalarında bizi rahatsız eden herşey bizi kendimizi anlamamıza götürebilir.
“Everything that irritates us about others can lead us to an understanding of ourselves.”
Mark Twain
Truth is stranger than fiction, but it is because Fiction is obliged to stick to possibilities; Truth isn't.
Mark Twain
Roald Dahl'ın Going Solo ( Tek Başına) adında otobiyografik bir kitabı vardır. Bütün hikayelerinde olduğu gibi bu yaşam öyküsü de ilginç, garip olaylarla doludur. Bu güne kadar okuduğum en ilginç olay bu otobiyografik kitapta geçer.
Bir gemi yolculuğu sırasında her akşam barda içerlerken adamlardan biri sürekli omuzumdaki kepekleri şikayet ederek elinin tersiyle süpürmektedir. Roald Dahl bu adamla aynı kamarada kaldıklarını fark eder ve bir gün adamın kel olduğunu ve bara gitmeden önce peruk taktığını ve ceketinin omuzlarına kepek görüntüsü vermesi için bir toz serptiğini görür.
İnsan garip bir varlıktır "olmaz olmaz deme, herşey olur" cümlesini hayata geçirmek için elinden gelen herşeyi yapar.
İnsan irrasyonel bir varlıktır da, öğrendiğim onu en irrasyonel hale getiren şey ise sindiremediği, fark etmediği aşağılık kompleksleridir. Boku ile kavga etme alışkanlığı diyebileceğimiz aşağılık kompleksi, bokun yediklerimizden artakalan görevini yapmış bir atık olduğu gerçeğini anlamamak ve onunla neden koktuğu, rengi, kıvamı, şekli konusunda kavgaya tutuşmaktır.
Aşağılık kompleksinin en büyük kaynağı ezik geçirilmiş çocukluk ve yaşanmamış hayatlardır.
Carl Jung " insan anlamsızlığa tahammül edemez" der.
(Man cannot stand a meaningless life." Carl Jung)
Anlam değişmez bir realite değildir; dünya, hayat olduğu gibi değil, olduğumuz gibidir, onu olduğu gibi değil olduğumuz gibi algılarız.
Çocukluğumuz bu anlam arayışında bize en çok yön veren dönemdir.
Çocukluğumuzla bokumuzla olduğu gibi kavga etmeden onu doğru ve yanlışları ile anlamak anlam arayışımıza olumlu bir katkı sağlayacaktır. İngilizce bir kalıp olarak "let it go" (bırak gitsin) diye bir cümle vardır. Kontrol edemediğimiz herşeye bu gözle bakmalıyız, onları bizim tutasağımız , bir süre sonra da bizim onların tutsağı olmamıza izin vermemeliyiz.
Gerçekliğin garip dünyasına hoş geldiniz.
Carl jung ile bitirelim. Başkalarında bizi rahatsız eden herşey bizi kendimizi anlamamıza götürebilir.
“Everything that irritates us about others can lead us to an understanding of ourselves.”
Kimlik Bizim Domatizimiz ve Burla Eskiden Hep Dutluktu
Yaz aylarında sabahları güneş doğmadan hemen önce bisikletimle yollarda olurum. Güneşin yakıcı etkisinden kaçmak ve sabah serinliğinin - hava ne kadar sıcak olursa olsun - tenimi okşayan ürpertisini sevdiğim için yaparım bunu. Bu saatlerde yollar genelde boş olur. Kuyruklarında kumu üst katlara atan bir araç ile inşaat işçilerinin yarı açık minübüsleri, çöpçüler, pinekleyen yolcu minibüsleri, hurda toplamaya giden bir deri bir kemik atların çektiği lastik tekerli at arabaları ile çingeneler ve geceden kalma yerle yeksan bir bıçak yarası gibi canımı yakan kaplumbağa, kirpi, sansar, fare ve en çok da kedi ölüleri olur yollarda. Güneşin çok uzaklardaki Mahmut Dağı'nın arkasından yavaş yavaş yükseldiğini, bazen de Adnan Menderes Havalimanı'na inmek için alçalan ya da yeni havalanan uçakları Kısıkköy'e yaklaşırken birden keskinleşen viraja girmeden önce görürüm.
Bisiklete binerken ve koşarken kendimle içsel bir konuşma da başlar. Bir çeşit rüyadır; yaşadıklarımla hesaplaştığım, insanı ve kendimi anlamaya çalıştığım bir akış anıdır. Kedi ölüleri canımı yakar. Daha dün Oğlananası Köyü'nün içinden geçerken ezilerek ölmüş- öldürülmüş yavrusunun başını bekleyen anne kediyi görmek bir sızı olarak içimde duruyor. Bunca acıya nasıl dayandığımıza çok şaşırıyorum. İnsan olmak acılarımızı ve mutluluklarımızı hep dengede tutabilmek değil mi ki zaten?
Bugün Küner Köyü'nden Gaziemir yönünde bisikletimle giderken dinlediğim Spotify uygulamasında bir ketçap reklamı sırasında duydum "bizim domatesimizden gelen lezzetiyle..." işte o an bu yazıyı yazmaya karar verdim. Dünyanın bütün domatesleri domatestir ve eminim ki "bizim domatesimiz"den tat olarak daha lezzetli domatesler vardır. Bir de küresel dünyada tarım McDonald's gibi bir genelleme yaşamakta; hepsi aynı tip ilaç, gübre, tohum, genetik varyasyon gibi özellikler taşıyor. Görece tarımsal denetimi daha yüksek olan toplumların domatesleri daha sağlıklı olma olasılığı daha çok. Reklamcılık biraz da eşeği boyayıp inek diye kakalama sanatıdır. Bizim domates ile aslında bize kakalanmak istenen şey insanın aidiyet duygusunu kullanarak pazarlama taktiği ile malı satmaktır. Gene Spotify'da çıkan bir reklamda Egelilik kullanılmakta; sözde o araca binerek dağlarında ve bağlarında gezerek, tozunu yutarak Egeli olabilirmişiz, yoksa Egeliyim demeyecekmişiz.
Kimlik bireyin kendinin varoluşunu anlamlandırma çabası ile biçimlendirilir. Temelinde de Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinin güvenlik ve kendini gerçekleştirme ayakları yatar. Birey kendini güvende hissedebilmek için kurmaca değerlere sığınır ve buna inanmaya başlar, bunlar bizi rahatlatarak kendimizi gerçekleştirmemizde önemli rol oynar. Milliyet, din, gelenek- görenek, adalet, bir ideal uğruna ölmek vb. bizim üst kimliğimizin birer parçası haline gelir. Bunlardan hiçbirinin rasyonel ölçülebilir değeri yoktur. Eğer dünyaya geldiğiniz coğrafya başka bir coğrafya olsaydı bütün parametreler değişecekti, bütün inançlarınız ve doğru bildiğinizin doğrularınız da. -bir an bir Alman bir Hintli bir Çinli olduğunuzu düşünün; bira ulusal içkiniz olacak, toplama kamplarının utancını yaşayacaktınız ya da ineklere tapacak, Ganj Nehri'nin sularına girerek hacı olacaktınız-
Ait olduğunuz kimlik sosyal, düşünen bir varlık olarak her bireyin kendini gerçekleştirmesinde önemli bir parametredir. Bunu farketmek ve kendimizi bu kimlik üzerinden geliştirmek bizim varoluşsal temel ihtiyacımızdır. Kendimize ait bir kimlik -identity- oluştururken sorgulamayı asla bir kenara bırakmamalı ve evrensel hümanist değerleri kendimize yol gösterici olarak almalıyız.
Evet, burla eskiden hep dutluktu. Şimdilerde AVM'lere çok yakın; yeniyetme, sonradan görme, kimlik bunalımı yaşayan sürülerin yeni yaşam alanları.
Dök dök ye, bizim domatizimizden yapılma ketçapla ye!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)