Truva Savaşı Neden Oldu?
Sabahın erken saatleriydi. Truva şehrinden pek de uzak olmayan İda
Dağı’nı yemyeşil bir örtü gibi saran ormanın derinliklerinde Kral Priam’ın oğlu
Paris, şehrin surları üstünden babasının uzaktaki sürülerini seyrediyordu.
Ormanın derinliklerinden birdenbire
altın Güneş ve gümüş Ay’ın aynı anda
parlamasına benzeyen bir ışık gördü.
Işığın ortasında güzeller güzeli üç
tanrıça durmuş ona bakıyorlardı. Kraliçe Hera, Bilge Athena ve Güzel Afrodit.
Üçü de birbirinden güzel bu kadınların karşısında ölümlü Paris büyülenmişti.
Tanrılar Tanrısı Zeus’un karısı
Hera’nın, ağaçların rüzgarla büyülü bir ezgiyi fısıldamasına benzeyen yumuşak
sesi duyuldu:
‘Sen Paris, ölümlüler arasında en yakışıklı erkeksin ve bizler buraya
sana yeryüzündeki en güzel kadının hangimiz olduğunu sormaya geldik. Hangimiz
en güzelse bu altın elmayı ona ver.’
Böyle dedi Hera ve en saf altından yapılmış ışıltılar içinde yanan
elmayı Paris’e uzattı.
‘Eğer beni, tanrıçaların kraliçesini, tanrılar tanrısı güçlü Zeus’un
karısını seçersen sana öyle bir güç
vereceğim ki güneşin gördüğü tüm ülkelerin kralı olacaksın. Bütün insanlar
önünde saygı ile eğilecek.
O ana kadar sessizce bekleyen Athena gümüş Ay ışığına benzeyen sesiyle
sabahın sessizliğini bozdu.
‘Eğer beni seçersen’ dedi, ‘tanrılar kadar bilge olacaksın ve ben
rehberin olarak her zaman yanında olacağım, senin için olanaksız diye bir şey
olmayacak.’
Bahar güneşine benzeyen güzel Afrodit kendini en sona saklamıştı.
‘Güç ve bilgelik nedir ki güzel Paris?’, dedi, ‘ikisi de sana mutluluk
ve neşe getirmez. Sana dünyanın en güzel kadınının aşkını öneriyorum ben.’
Ve Paris, kulaklarından ayrılmayan bu sesin güzelliği ile büyülendi.
Gözlerini Afrodit’in olağanüstü güzellikteki, parıltılar içinde ışılıdyan
yüzünden alamayarak, elindeki elmayı hiç duraksamadan Afrodit’e doğru uzattı.
Yarışmayı kaybeden Kraliçe Hera ve Bilge Athena çok sinirlenmişlerdi bu
yüzden de Paris’ten ve onun bütün soyundan intikam almaya yemin ettiler.
Afrodit’in söylediklerini aklından çıkarmayan Paris dünyanın en güzel
kadınını aramaya başladı. Gemilerde yolculuklar yaptı.
Bu yolculukların birinde Sparta Kralı Menelaos’un ülkesine ulaştı
yanında Afrodit de vardı.
Menelaos cesur bir kraldı ve karısı ülkesinin bütün kadınları arasında
en güzeli olan Helen’di. Hermione adında küçük güzel bir de kızları vardı.
Deniz mavisi gözleri, mor tuniği üstünde altın gibi parıldayan sarı
saçları ve dimdik duruşu ile Paris Sparta’da Menelaos tarafından oldukça iyi
karşılanmıştı.
Paris Helen’i görür görmez her ölümlü erkeğin güzel bir kadın
karşısında olduğu gibi aklı başından gitti. Dünyanın en güzel kadını işte bu
kadındı.
Afrodit tam o an güzel Helen’e bir büyü yaptı ve Helen hem çocuğunu ve hem
de kocasını unuttu. O artık Paris’e aşık olmuştu. Her ölümlü aşık gibi gözü
Paris’ten başka kimseyi görmüyordu.
Birkaç gizli görüşmeden sonra Paris Helen’e kendisi ile kaçmasını ve
eşi olmasını teklif etti. Helen mutluluktan uçarak bu teklifi kabul etti. Bir
sabahın erken saatlerinde mavi dalgalar üzerinde Truva’ya doğru yelken açtılar.
Güzel Helen’nin kocası Menelaus olanları öğrendiğinde öfkeden delirecek
gibi oldu. Paris canı gibi sevdiği karısı güzel Helen’i ondan çalmıştı.
Menelaos olanları abisi Miken kralı Agemennon’a anlattı. O da bu duruma
çok öfkelenmişti. Truva’ya güzel Helen’i geri almak için bir sefer düzenlemeye
karar verdiler. Haber bütün ülkeye yayılmıştı. Ülkenin her yanından bu sefer
için yüz binlerçe insan toplandı ve binlerce gemi hazırlandı. Hepsi güzel
Helen’i kurtarıp ülkelerine geri getirmek istiyordu.
On yıl süren Truva Savaşı Akhalıların Truva’yı ele geçirmesi ile
sonuçlandı.
Çocuklar için İlyada / Homeros, Alfred J. Church / ODTÜ Yayıncılık
Troy ya da Fransızca telaffuzu
ile Truva antik zamanların bir Dünya Savaşı’dır. Dünya o günden sonra asla
eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü bu Dünya Savaşı’ndan Homeros’un iki dev destanı
ortaya çıkmıştır. İlyada ve Odessia. Bu iki dev eser yüzyıllar boyunca Batı'da ders
kitabı olarak okutulmuştur. Zeus’un insanlarla alay edercesine kurduğu
kumpaslar, aşk, ihanet, kahramanlıklar, zafer ve yenilgi onur ve döneklik
kısacası insana dair her şey vardır bu destanlarda. Odeseus'un Truva Savaşı sonrası ülkesine, Itheca'ya dönüş yolculuğunda karşılaştığı zorlukları, sadece zekasını ve
kurnazlıklarını kullanarak yenmeyi beceren, (Sirenlerle ve Tepegöz ile karşılaşması) yılmayan karakterini bilmiyorsanız bir
yanınız eksik kalmış demektir.
Küçük ama anlamlı bir not daha. Bazı
tarihçiler Çanakkale’de Mustafa Kemal’in bu tarih öncesi savaşta Akhalılara
yenilen Anadolu’nun yerli halkı Truvalıların intikamını aldığını söylerler.
Geçen sene ilki yapılan o zamanki
adı ile Kaz Dağları Ultra Maratonu’nun 88 km’lik parkurunu 35. Km’sinde
bırakmıştım. Her yenilen gibi mutsuz bir ruh haliyle kaldığımız otele dönmek
için bindiğimiz belediye otobüsünde konuştuğumuz bir belediye çalışanı o anda
yanından geçtiğimiz zeytinlikler içinde kalmış yıkıntıları göstererek anlatmıştı
hikayeyi. Roma’yı kuranlar bu antik yıkıntıları kalmış şehirden yola çıkmışlardı.
Başlarında Truva’nın mağlup komutanı Anneas vardı. Onun hikayesini de bir gün
mutlaka bir yarış raporuma ekleyeceğim. Her zorlu yolculuk bir ultradır çünkü ya da
tam tersi. Bir yenilenme, yeniden doğuş hikayesi.
Engeller beni durduramaz.
Leonardo da Vinci
Amacına ulaşamayacağını anladığın
anda , amacını değiştirme ama eylem planını değiştir.
Konfüçyus
Beynimiz yarım kalan hiçbir şeyi
ve belirsizliği sevmez. Bu yüzden yarım kalmış bir tabloya baktığınızda
rahatsız olursunuz ve onu anlamlı hale getirmek için beyninizin örüntü
tamamlama becerisi ile onu mutlaka bir şeye benzetir, görüntüyü tamamlarsınız.
Bu sene geçen sene yarım bıraktığım parkuru koşacaktım.
Uzun süre koşmadan bisiklet
sürmüştüm. Aşil tendiniti sürekli mızmız bir çocuk gibi ben de varım diyordu.
En sonunda ne olacaksa olsun artık deyip onun mızmızlamasına aldırmadan koşmaya
başladım. Koşmaya başladıktan sonra bir hafta boyunca bacaklarım koşmamak için
her türlü bahaneyi üretiyor, oradan buradan ortaya çıkardığı ağrılar ile beni
rahatsız ediyordu ama koşmak ve okumak
asosyal yaşantımın içinde bildiğim en iyi kaçış yolları. Bazen de yazmak. Ben biraz da yazmak için koşanlardanım. Koşmak beni yorduğu kadar
yenileyen bir olgu. Koşmasam yarım kalırım. Yarım kalan şeyleri tamamlamak ise
beynimin en çok sevdiği şey.
Koşmalıydım ve en yakın zamandaki
koşu organizasyonu geçen seneden yarım kalan Ida Ultra idi. Kaydımı Ida Ultra 94 km’ye yaptırdım ve
koşmaya devam ettim, pek iyi değildim ama koşabiliyordum. En son koşumu bir hafta önce pazar günü yapıp
dinlenmeye çekildim. Bugüne kadar yorgun başlamadığım hiçbir yarışım olmadı. Bu
defa zinde başlamalıyıdım ama gene olmadı. Hamstring ve quadsların hep
ağrıyordu. Beynim -bir kaç defa yaptığım gibi- kaydımı yaptırmama rağmen yan
çizmemi istiyordu. Kendi karşıma kendimi almış bocalıyordum. Bu zamanlarda
hangi kendimin kendim olduğunu asla anlayamıyorum ama ‘kazanan kendim’ kendim
oluyorum.
Saat 7.00 Yeşilyurt Köyü / Ida
Dağı’nın Etekleri Hera’nın Laneti
Koşmak istemiyorum. Sadece
oradayım. Başlamalıyım. Her zaman yaptığımın tam tersini yapacağım. En sondan
yavaş yavaş çıkacağım. Zaten önümde yaklaşık 3 km süren bir tırmanış beni
bekliyor. Geçen sene tabanca ateş etmişti bu sene onun patlayıp patlamadığını bile anımsamıyorum.
Etrafımda ışık cümbüşü geceyi kör bir
turuncu ile yanan sokak lambaları arasında yarıyor. Kimseyi duymuyorum.
Kapanmışım. Çıkışta birkaç yoklama çektim. Gerek yok. Dur. Yürü. İnişe geçtiğim
an canlanmıştım bacaklarım toparlanmaya başlamıştı. Güç. Uzun süre koşmaya
devam ettim bir ara 4’lü paceleri bile görmüşüm. Canlanıyordum. Adatepe Köyü
öncesi son tırmanışı keyifle geçiyor, 35 km ve 94 km koşucularını bir bir
geçiyordum. Geçen sene bu yokuşta bitiş başlamıştı.
İnsanı anlamak için çok çaba sarf
ediyorum. Bazıları gerçekten saf kötü. Bir düzlüğe varmak için kuru çalıların
olduğu bir aralıktan geçiyorsunuz. Buranın kapalı olduğunu görünce yana
yöneldim orası da kapalıydı geri döndüğümde büyük olasılık önümüzden giden
koşuculardan birisinin bu yolu bir zeytin dalı ile kapattığın anladım. Dalı
kaldırdığımda bizden önce geçenlerin ayak izlerini görebiliyordum. Dalı kenara
ittirdim. Kötülük.
Adatepe Köyü’ne vardığımda geçen
seneye göre daha canlıydım. Kafa lambasını Cihan’ın yardımı ile sırt çantama
kaldırdım. Biraz su içip bir parça muz alarak bu güzel köyün taş sokaklarında
tırmanışa geçtim. Bir fotoğrafçının ricasını elimde kamera ile çekim yaparak yerine getirip,
kamerayı biraz ileriye bıraktım. Çıkışta Fransız Stephan ile tanışıp yola devam
ettim. Fransa Büyükelçiliği’nde çalışıyormuş ve bu ikinci koşusuymuş. Geçen
sene bittiğim yerlerde güç benimleydi. Mistik Ida Ormanları'nın arasında Hera’nın lanetini bırakmış, yardırıyordum.
Bilge Athena’nın Kehaneti / Varoluş
Önümüz artık uzun sürecek olan
bir inişti ve benim geçen yıldan aklımda kalan en çok sevdiğim bölüm önümüzdeydi. Geçen sene gördüğümde
a-haa (a-haa moment) anlarını yaşadığım Mıhlı Çay geçişi ve üzerindeki tek kemerli muhteşem Roma Köprüsü beni bekliyordu. Gene
geçen seneki aynı noktada, Mıhlı Çay’a varmadan önce bir asker elinde
silahı ile bizi bekliyor, soldaki sahipli köpekler koşuculara havlıyordu. Çay geçişi bu sene
büyük bir boru ile ayaklarınız ıslanmadan geçilecek hale getirilmişti. Bazıları için bahar ve yaz aylarının
vazgeçilmezi pinik için yapılmış özel piknik alanlarının arasından 400-500 metre sonraki muhteşem
Roma Köprüsü'ne hakaret; kiç, (kitsch, yozbeğeni) derme çatma, dandik, estetiğe can çekiştiren, köksüz, ne idüğü belirsiz, korkunç, garip, berbat, betondan, estetiği olmayan bir köprüden geçtim. Geçen sene Roma Köprüsü'nü gördüğüm anın
a-haa anını tekrar yaşamak istiyor köprüye doğu koşuyordum. Köprüyü gördüğüm
anda Törkiş restorasyon garabeti ile içim cız etti. Geçen sene köprüyü bir saç
gibi süsleyen köprüyü geçer geçmez gidiş yönümüzün sağında kalan çalı, restorasyon için açılan hayvan
gibi (hayvan gibi çünkü bu köprü hayvan ve insan için yapılmış daracık bir köprü ama amcamlar araba yolu açmış) yola kurban edilmişti. Köprü taştan korkuluklarla beyaz bir beton harcı ile
yükseltilmişti. (Umarım köprünün kemerinin bu yükü taşıyıp taşıyamayacağı
hesaplanmıştır(!)) Restorasyonu yapan firmanın tabelası da at organı
üzerindeki kelebek olarak kenarda duruyordu. Restorasyonu Karayolları Genel Müdürlüğü yaptırıyordu ve koşucuların geçmesine izin
verilmemişti. Çayın üzerine konulan uzunca demir bir uzantının üzerinden
geçtikten sonra başlayan kısa bir tırmanışı Istanbul’dan geldiğini ve triatlet
olduğunu söyleyen genç bir erkek ve onun arkadaşı kadın koşucu ile geçtik.
Artık açılmıştım. Doyran öncesi
Narlıca Köyü'nden sonra başlayan sert çıkış öncesi İzmir Edremit yolunda bir
restoranda karşılaştığımız, sohbet ettiğimiz
ve yorgun hissettiği için 35 km
koşup koşmama konusunda kararsız olduğunu söyleyen Can (Artam) ile karşılaştım.
Mental olarak yarışı bırakmıştı. İnişe geçmeden önce beraber koştuğumuz iki
kişiye önümüzde sert bir çıkış olduğunu eğer ihtiyaçları varsa bir şeyler yiyip
içmelerini söyledim. İlke olarak asla yokuşlarda bir şey yemem ve içmem –su
dahil- çünkü yemek borusunun her mobiliti hareketinde beyin mideye sidirilecek bir şey
gittiğini düşünüp enerjinizin bir kısmını sindirim için mideye yönlendirir. Koştuğumuz iki kişiden biri
bastı gitti diğeri arkamda kaldı. Tam bu sırada 35 km’yi tersten koşan Faruk Kar
ile karşılaştık. Küçük bir dere geçişi
sonrası işemek için durduğumda arkamdan gelen kişi; (sonradan tanıştık, Ersavaş
Güdül) ‘Tuvalet burası mı?’ diye sorarak işemeye başladı. Ben de gülerek ‘evet, evet tam orası.’ diyerek koşmaya devam ettim.
Köyün girişinde ensesinde ve sol kalfinde dövme olan ve bizi
geçen koşucuyu da geçtim. Doyran kontrol noktasında Erciyes Skyrunning’den Atıl
(Ulaş) ve ekibi bizi bekliyordu. Atıl, ‘bu sene iyi görünüyorsunuz’ dedi ‘evet
iyim’ dedim. ‘Hocam, akşam teknik toplantıda
birileri ile konuşuyordunuz selam veremedim’ dedi ben de ‘beni
görmemezlikten geldiğinizi düşünmüştüm’ dedim. O da ‘Olur mu ya?’ dedikten sonra oradan ayrıldım. Geçen sene
bittiğim yerlerde sorunsuz koşabiliyordum. Bir üç yol ağzına geldiğimde orada
arabasının yanına oturmuş Altınoluk sahillerine bakan bir amca 'Altınoluk bu
tarafta' diyerek beni çağırdı. Tam karşımda duran 90k sol 35 k sağ tabelasını
gördüm. 'Ben 90 koşuyorum!' deyip sola devam ettim bir süre sonra daha önce yanından
geçerken düşen bir koşucu beni yakaladı. ‘Kaç koşuyorsunuz?’ dedim ‘otuzbeş’
dedi. ‘Geri dönün, bu 90 km parkuru’ dedim.’yapma yav?’ deyip geri döndü.
Organizasyonun bence en majör yanlışlarından birisi bu noktaya bir gözlemci
koymamasıydı. Çünkü birçok kişi bu noktada şaşırmıştı. Arkamdan gelen seslerin
de 35k’cılar olduğunu düşünmeden edemedim.
Esmer, 90 km koşan bir koşucu beni
geçti. Sanayi Kontrol Noktası öncesi gönüllü, halktan bir teyze çayını
demlemiş bizi bekliyordu. ‘ Çocuğum herkes otuzbeş km nerede bitiyor diye
soruyor ‘ dedi. ‘Buraya gelen yarışmacılara yarış numaraları 300’lü ise yanlış
geldiklerini ama 900’lü ise doğru
olduklarını söyle.’ deyip birkaç yudum su içtikten sonra Sanayi Kontrol
noktasına doğru koşmaya devam ettim. Sanayi Kontrol Noktası 38. Km’deydi.
Sanayiyi geçtikten sonra başlayan dik yokuşta yolunu kaybeden Derya (Duman)
beni yakaladı. İşgüzar amcamın bulunduğu noktada o da Altınolık’a yönenelmiş
sonra geri dönmüştü. Doğal olarak morali bozulmuştu. Kısa bir sohbet sonrası o
ayrıldı. Biraz sonra beni geçen esmer koşucu da geldi o da Sanayi sonrası
kaybolmuştu. 'Çorba neden yok ya da çorba da verebilirlerdi' mealinde
bir şeyler dedi, ben de ‘çorba içmeye mi, koşmaya mı geldiniz?’ dedim. Dedepınar Konrol Noktası’nda onunla tekrar karşılaştığımızda, beraberce çorba içerken
büyük bir pot kırdığımı, onun söylediklerinden anladım. İstanbul’dan sabah gelmişti,
kahvaltı yapmamıştı. Özür diledim. 50 km’de
bulunan Dedepınar Noktası, içinde yedek kıyafet ayakkabı vb. şeylerin
olduğu emanet çantalarımızı (Drop bag) bıraktığımız yerdi. Bence çınar
ağaçlarının altında kurulmuş olan bu kontrol noktası en iyi kontrol noktası
olmaya namzet. Hemen arkamdan sevgili Harun (Alışır) geldi. Ayakkabılarımı
değiştirip kompres çoraplarımı giydim. Bir bardak çorbadan sonra
etrafımdakileri de şaşırtan ‘hava güzel, çorba güzel, Edremit Körfezi güzel,
(bu noktadan gerçekten muhteşem gözüküyordu,) gönüllü kızlar güzel, hemşire hanım güzel… diye saydırdım. Harun
‘hocam şair oldu’ dedi. Yenilenmiştim. Harun ve ben buradan ayrıldıktan sonra 87-88 km’ye kadar
beraber koşacaktık.
Afrodit / Güzeliğin Doğuşu / Güneşin Batışı
Dedepınar'dan çıktıktan sonra yol arkadaşım ve peşimizden
gelen bir diğer koşucu ile konuşa konuşa devam ettik. Birbirimizi taşıyor
aklımıza ne gelirse konuşuyor, eski yarışlarımızı anlatıyorduk. Berduşun Çeşmesi'ne geldiğimizde (62.km) sularımız bitmiş, susamıştık. Burada durup sularımızı doldurduk. Bundan sonra
koşacaklar için bu önemli bir not. Dedepınar'da sularınızı tam doldurun ve
Berduş'un Çesmesi'nden su için. Artık inişe geçmiştik. Çamlıbel’de bizi
karşılayan ikisi kadın bir erkek gönüllü bize tarhana çorbası içip
içmeyeceğimizi sordu. Ben bundan sonraki kontrol noktasında erişte yiyeceğim
dedim. Erişte de burada deyince, gelen nefis ev yapımı tarhananın yanında ev
yapımı erişteyi de götürdüm. Bunları bize yapan teyzeye adını sordum. 'Gülşen' dedi.
Ellerine kollarına sağlık Gülşen Teyzem.
Ömrüm boyunca insanları ve onun doğasını anlamaya çalıştım,
çalışıyorum. Artık yaş itibarı ile canım Anadolu insanı ile hödük Anadolu
insanı arasındaki farkı çok iyi biliyorum. Daha önce 53 km'de dört koşucu işaretleri göremediğimiz için yolu şaşırdığımızda
karşılaştığımız yarış yön işaret tabelasını yerinde sökmüş ve işaret şeritlerini toplamış adama. 'neden söktün onları?' dediğimizde, ‘benim tarlamdan geçemezsiniz’ demişti. Bu da Anadolu insanı işte. Gülşen Teyze iyi ve o işaretleri söken yurdum insanı kötü.
Çamlıbel’den ayrıldıktan sonra uzun süre asfaltta koşacaktık.
Arabayla yanımızdan geçen Polat Dede’den
bizi Kavurmacılar’a kadar atmasını söyledim. 'Tabi ki hocam' dedi ama basıp gitti. Kavurmacılar'a vardığımızda güneş batmış hava
kararmaya başlamıştı. Kontrol noktasında Polat Dede bizi bekliyordu. Bir varilin
içinde ateş yakmışlardı. Polat Dede karşı tepeleri göstermek istedi ama ben o yöne
bakmadım. Zor olacağını biliyordum. Mental bariyere gerek yoktu. Kontrol
noktasındaki görevlilerin ve fotoğrafçıların gazları arasında sallandık. Çok dik
bir inişte çiş molası verdik. Bir süre sonra arkadan gelen koşucu bir
tırmanışta bizi yakaladı. Sırt çantasından kafa lambasını çıkarmamı rica etti.
Çıkardım o da benim kafa lambamı çıkardı, bu sırada Harun arayı açmış ve gözden
kaybolmuştu. Kafa lambasını çıkardığım koşucu da öne geçmişti. Artık uzun süre
yalnız kalacaktım. Bir şelalenin önünden geçip Beyoba Kontrol Noktası’na
geldim. Atıl (Ulaş) bu noktaya transfer olmuştu. Sadece su içip, teşekkür edip
ayrıldım. Ben çıkarken lambasını çantasından çıkardığım koşucu gelmişti.
Beyoba’dan sonra sanırım mental kırılma noktası gerçekleşti.
Kopmuştum. Kebab kokuları arasında bir köy ya da kasabadan geçtim. Çocuk sesleri
ortalığa yayılıyordu. Önümde asfalta hareket eden ışığın Harun olduğunu anladım, asfalttan sağa zeytinlikler arasına koşmaya başladı. İlk o an defa ayın dolunaya yakın olduğunu fark ettim. Harun’u yakaladığımda ‘sen devam et hocam’
dedi. Kendimi çok güçlü hissediyordum. Yardırdım. Bu tempoda koşabilmek için
sırt çantamdan aldığım Apitera balın boşalan tüpünü cebime koymaya çalışırken
düştüm. Her düşüşte olduğu gibi ana avrat küfrettim. Dizim dört noktadan yaralanmış, avuçlarım yanıyordu. Kalktım. Artık kimse beni durduramazdı. Polat Dede ile
gene karşılaştık kaç km kaldı diye sordum ‘üç buçuk’ dedi. Arkadan gelen olup
olmadığını sorduğunda ‘Harun var’ dedim. Oteller arasından geçerek bitiş
noktasına yaklaşıyordum. Gönüllüler yolun yönünü söylediler. Bitişe giden ana
yola girmiştim. Burada beni kamerası ile Bilal Gül karşıladı. Bitişe kadar
benimle koştu da. Teşekkürler.
Yarım kalan şeyleri tamamlamak beynimize büyük
bir iyiliktir. Beyin yarım kalan işleri
ve bilinmezleri sevmez.
Karanlıkta neon ışıkları arasında tanrıçaların en güzel
kadını Afrodit’in bildiğim en güzel tasviri Milo Venüs’ü bütün çekiciliği ile
bana gülümsüyordu, ona doğru koştum o da olmayan kollarını açarak bana sarıldı, koşu bitmişti.
Yarışın Strava kaydı
Milo de Venüs
Foto Wikipedia