Kardı etrafı saran beyazlık.
Aralıksız yağardı.
Bu gözler ki, gördüler, kulaklarım duydu; coşkuyla düşen çığlıklarını ve sessizliğini yolları kesen ölü çığların.
Ve kanı gördüler, beyazla kirlenmiş ihanetin, bir pusunun kanını.
Gece olurdu ve gaz lambasının titrek alevine düşerek ölürdü karanlık. Dilimde Adiloş Bebe'nin Türküsü: " Doğdun, üç gün aç tuttuk..." Bu toprakların yiğit sesi Ahmet Arif.
Beklerdim korkarak, kapıyı çalacak karanlığın ihanetiyle dost, eli silahlı adamları ve sessizce yaklaşan sabahı, sönmüş odun sobasının yanında kıvrımış kirli yatağımda; unutulmuş bir dağ köyünün unutulmuş okul lojmanında.
Dünya çok büyüktü, ben küçük küçücük, korkak, cahil, yalnız, kimsesiz; yorgun tütün tarlalarından taşıdığım gençliğimle bir başıma, masum, kederli... Hakkari dağlarında bir köyde öğretmendim.
Yalnızlık daha bir yalnızdır orada ve dünya kış ortasında bir gezegendir, her yeri kar olan, yarı çıplak ayaklarıyla okula gelen öğrencileri, yoksulluğu ve beni yaşatan bir "soluk mavi nokta".
Ben, çocukluğumun Küçük Prensi ve şapkasında fil yutmuş bir boa yılanı.
Kimse duymazdı. Anlatırdım.
Kimseyi duymazdım. Anlatırlardı.
Kar yağardı, perisi öldürülmüş bembeyaz bir masal diyarının süsü kar yağardı.
91 kışıydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder