Fotoğraf: Jordi Saragossa
‘’Troya savaşı biteli on yıla yaklaştığı halde İthaka Kralı
Odysseus ülkesine dönmemiştir. Çünkü yıllardır bir adada tutukludur. Tanrılar,
sonunda onun yurduna dönmesine izin verirler. Odesseia Destanı, Odysseus’un on
iki gemisiyle ve yoldaşları ile yola çıkmasıyla başlayan ve üç yıl denizlerde
sürünüp, bin bir tehlikeyi atlatmasından sonra ülkesine dönmesinin
hikayesidir.’’
Odesseia , Homeros, Arka Kapak yazısından
Yaklaşık 44 yıldır var olduğum
toplumun, aldığım eğitimin, algı kapasitemin, modern tanrılar; TV, internet ve medyanın
etkisi altında bir adada hapsedilmiş bir
tutsaktım. Ve bir gün bisiklet sürmeye, koşmaya, macera dolu bir özgürlük
yolculuğuna başladım. Bu yolculuk haz ve acılarım-sevinç ve mutluluklarımla devam
ediyor. Biliyorum, her zaman özgürlüklerimi kısıtlayan birşeyler olacak ancak
öldüğüm gün saf özgürlüğe kavuşacağım, ama yolculuk ve yol hikayelerim beni her
geçen gün biraz daha olgunlaştırıp özgür olma düşüncesine yaklaştıracak. Aşağıdaki
yazı dört yıl önce başlayan bu serüven dolu yolculuğumun en son bölümüdür...
Eşim ile konuşurken İznik Ultra 50
km parkurunda kendini motive etmek için İngilizce’sini söylediği; “If you
are going through hell, keep going’’ Winston Churcill (Eğer
cehennemi yaşıyorsanız, (yaşamaya) devam edin...) ve benim de mottolarımdan
biri olan ‘’Keep calm and carry on!’’ (sakin ol ve devam et) duyduğumda tamam dedim,
yarış raporuma bu cümlelerle başlayacağım, kanımca ultra koşuları bu iki cümle
çok iyi anlatıyor.
‘İthaka'ya doğru yola çıktığın zaman,
Dile ki uzun sürsün yolculuğun,
Serüven dolu, bilgi dolu olsun.
Ne Lestrigonlardan kork,
Ne Kikloplardan, ne de öfkeli Poseidon'dan.
Bunların hiçbiri çıkmaz karşına,
Düşlerin yüceyse, gövdeni ve ruhunu
İnce bir heyecan sarmışsa eğer.
Ne Lestrigonlara rastlarsın,
Ne Kikloplara, ne azgın Poseidon'a,
Onları sen kendi ruhunda taşımadıkça,
Kendi ruhun onları dikmedikçe karşına.’
Dile ki uzun sürsün yolculuğun,
Serüven dolu, bilgi dolu olsun.
Ne Lestrigonlardan kork,
Ne Kikloplardan, ne de öfkeli Poseidon'dan.
Bunların hiçbiri çıkmaz karşına,
Düşlerin yüceyse, gövdeni ve ruhunu
İnce bir heyecan sarmışsa eğer.
Ne Lestrigonlara rastlarsın,
Ne Kikloplara, ne azgın Poseidon'a,
Onları sen kendi ruhunda taşımadıkça,
Kendi ruhun onları dikmedikçe karşına.’
İthaka, Kavafis (Çeviri: Cevat Çapan)
Fotoğraf: Soner Sarıhan
Serin bir İznik gece yarısı toplam
64 kişi, başlangıç takının altında reflektörlü yelekleri ve kafa lambaları ile
hazır, sert doğa koşullarında 3225 m yükselti kazanımlı 137 km’lik İznik Ultra
koşusunun başlangıç duyurusunu bekliyordu.
...3...2...1!!!
Bizleri destekleyen yakınlarımız
ve seyircilerin alkışları arasında bir yaz yağmurunun iri damlalarının teneke
kaplı çatılara düşmesi sonucu çıkan sesleri anımsatan ayak sesleri arasında başlayan
koşu ile birazdan İznik’in kadim
zamanlardan günümüze kalmış, yıkık dökük surlarının kapılarından birinden çıkıp, Dikilitaş
İstasyonu’na doğru koşmaya başlamıştık. Geçen seneye göre biraz yorgundum, gene
dinlenememiştim ve bedenim koşmak
istemiyor, bacaklarım isteksizdi. Bildiğim, ısındıklarında her şeyin
normalleşeceğiydi, bu yüzden de çok da endişeli değildim.
Dikilitaş’a kadar normal bir tempo
ile koşup istasyonun ikram bölümüne
uğramadan geçtim. Önümde, siluetlerinden onlar olduğunu anladığım Faruk
(Kar) ve Aykut (Çelikbaş) koşuyorlardı. Ben yalnızdım kulağımda bu koşu için
hazırladığım müziklerin sesi vardı. Boyalıcı’ya kadar olan bölümde anımsadığım
Alper ve Elena çiftini geçtiğim birkaç koşucunun da beni geçtiği. Boyalıca
istasyonundan sadece su alıp ayrıldım. Geçen yıl koşarak yarısına kadar
çıktığım, sonrasında da bana büyük quads acıları çektiren Boyalıca tırmanışı
öncesinden yürümeye başladım. Bu bölümü çıkarken Alper ve Elena çifti selamlaşarak,
İzmir’den Soner Abi (Ulutan) ‘n’aber İzmirli?’ diyerek bir kaç koşucu ile
beraber beni geçtiler.
Unutulmaz anılarınız olsun
istiyorsanız acı çekin ya da mutlu olun. Boyalıca tırmanışının inişinde, geçen
sene quads kramplarının girerek bacaklarımı yürüyemez hale getiren su birikintisinin
yanına geldiğimde her şeyi bir sene geçmesine rağmen çok net anımsadım, aynı
şeyi mutluluk olarak gene hemen hemen aynı saatlerde geçen sene de duyduğum
sarı gerdan kuşunun ötüşü ile de yaşayacaktım.
Boyalıca tırmanışı sonrası
başlayan hafif diklite bir yokuşta büyük ihtimal köylülerin tarlalarını
gübrelemek için kullandıkları tavuk gübresi döküntülerinden yükselen koku beni
inanılmaz rahatsız etti, bu parkurun en sevmediğim yanı zeytinliklerde
kullanılan bu tavuk gübresinden yükselen koku.
Ilıca istasyonu öncesi küçük bir sapma
ile istasyona farklı bir yerden girdim ve o bölümün işaretlemesinde sıkıntı
olduğunu düşünüp istasyondaki gönüllüleri bilgilendirdim ama çıkışta yanlış
yerden geldiğimi anladım. Alper ve Elena çifti ben çıkarken istasyona
giriyordu. Sonrasında Alper tek başına beni geçecek ve Narlıca’ya kadar Elana
ile zaman zaman karşılaşacaktık.
Dile ki uzun sürsün yolun.
Nice yaz sabahları olsun,
Eşsiz bir sevinç ve mutluluk içinde
Önceden hiç görmediğin limanlara girdiğin!
Durup Fenike'nin çarşılarında
Eşi benzeri olmayan mallar al,
Sedefle mercan, abanozla kehribar,
Ve her türlü baş döndürücü kokular;
Bu baş döndürücü kokulardan al alabildiğin kadar;
Nice Mısır şehirlerine uğra,
Ne öğrenebilirsen öğrenmeye bak bilgelerinden.
Nice yaz sabahları olsun,
Eşsiz bir sevinç ve mutluluk içinde
Önceden hiç görmediğin limanlara girdiğin!
Durup Fenike'nin çarşılarında
Eşi benzeri olmayan mallar al,
Sedefle mercan, abanozla kehribar,
Ve her türlü baş döndürücü kokular;
Bu baş döndürücü kokulardan al alabildiğin kadar;
Nice Mısır şehirlerine uğra,
Ne öğrenebilirsen öğrenmeye bak bilgelerinden.
İthaka, Kavafis (Çeviri: Cevat Çapan)
Gecenin karanlığında bir köy
mezarlığının yanından tek başıma geçerken ürperdiğimi anımsıyorum. Ölümün
sevimsiz yüzünü gece karanlığında sessiz bir mezarlık kadar iyi ne anlatabilir
ki? Bir de bir mezarın üzerinde kafa lambanızın ışığıyla birden beliriveren iki
tane parlak göz ile göz göze geliyorsanız ürperti en üst düzeye çıkar.
Drop bag’lerimizi alabileceğimiz 55 km’deki Örnekköy İstasyonu öncesinde Homeros’tan bu günlere bu
topraklarda ‘gül parmaklı şafak’ ile
yükselen güneşi görmeye başladığım sıralarda, ben -daha sonra tanışacağım- İngiliz Tom, ve bizden Servet (Çataltepe) ve yolu
şaşıran İhsan (Şal) ile ardarda istasyona giriyorduk.
Burada sevgili Mert (Derman) eşi
Başak ve diğer gönüllüler güler yüzleri ile bizleri karşılamışlar, suluklarımızı
doldurmuşlar, çorbalarımızı sunmuşlar, eksikliklerimizi tamamlamışlardı. Mert
durumumuzu sorduktan sonra; ‘sizin yerinizde olmak istiyorum’ dedi ‘ben de sizin
yerinizde olmak istiyorum’ dedim ve evlilik benzetmesi yaptım ‘dışardakiler
içeri girmek, içerdekiler de dışarı çıkmak istiyor’ o da, ‘kıvırcık saçlılar düz saçlı, düz
saçlıların kıvırcık olmak istemesine benziyor’ dedi ama ben gerçekten o an
kafamda koşuyu bitireceğim diye kurgulamamış olsaydım, orada koşuyu bırakırdım.
Bir istasyonda daha önceden tanıdığınız
birisi varsa ve o kişinin koştuğunu biliyorsanız o an
moral motivasyonunuz kesinlikle artıyor ve güçleniyor. Bırakma fikri yok
oluyor.
Bu istasyonda ayakkabılarımı ve
çoraplarımı değiştirip reflektör yeleğimi ve kafa lambamı sırt çantama koyduktan
sonra ayrıldım. Önümde Servet (Çataltepe), Veysel (Çetiner), İhsan (Şal) ve Elena
vardı. İhsan (Şal) halen şaşırdığı yerdeki moral bozukluğu ile koşuyordu, ‘Abi
onu artık unut’ dedim ve asfalt yola çıkmadan onu geçtim. Bir yerde İngiliz Tom
ile tanışıp beraberce Sölöz’e kadar koşacaktık. Bu ikinci 100K üzeri koşusuymuş
ve Ürdün’de çalışan bir İngilizce öğretmeniymiş. Neden koştuğunu sorduğumda
‘alkol ve sigara sorunu yüzünden’ olduğunu söyledi. Geçen sene daha gür akan
Sölöz deresinde bu sene su daha azdı ama gene balıklar vardı ve bir balık bizden kaçarken neredeyse karaya
vuruyordu.
Sölöz’e vardığımızda Elena,
Mustafa (Üçbilek) ve Veysel (Çetiner) ile karşılaştık. Veysel’e, ondan
düştüğünü anladığım ve aldığım ağrı kesicisini verdim. Bir tüp balın da geride
kaldığını söyledim, onu almamıştım ama o bal onun için önemliymiş içinde bazı
destekleyicler varmış. Bilseydim alırdım dedim. Tom ve ben ayrıldık, ileride
Veysel yolu şaşırmış geri dönüyodu. Tom, Veysel ve ben beraberce, geçen sene
beni Boyalıca tırmanışından sonra ikinci defa bitiren ve yarışı bırakmanın
eşiğine getiren yokuşu yavaş yavaş tırmanmaya başlamıştık.
Hiç aklından çıkarma İthaka'yı.
Oraya varmak senin başlıca yazgın.
Ama yolculuğu tez bitirmeye kalkma sakın.
Varsın yıllarca sürsün, daha iyi;
Sonunda kocamış biri olarak demir at adana,
Yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin,
İthaka'nın sana zenginlik vermesini ummadan.
Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka.
O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın.
Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka.
Oraya varmak senin başlıca yazgın.
Ama yolculuğu tez bitirmeye kalkma sakın.
Varsın yıllarca sürsün, daha iyi;
Sonunda kocamış biri olarak demir at adana,
Yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin,
İthaka'nın sana zenginlik vermesini ummadan.
Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka.
O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın.
Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka.
İthaka, Kavafis (Çeviri: Cevat Çapan)
Sol yanımızda zeytinliklerin hemen
bitiminden başlayan turkuaz göl, sağımızda zümrüt yeşili orman ve bu ormandan
yükselen çiçek kokuları arasında Orman Genel
Müdürlüğü’nün bir aracı ve yolları düzelten
greyder bizi toza dumana katarak geçti. Her adımda geçen seneyi anımsıyordum...
Tom ayrıldıktan sonra uzun süre yalnız yürüyecektim, yolda Gürsel’i (Demircan)
görecektim, kramptan zorlukla yürüyordu, bir ihtiyacı olup olmadığını sordum,
teşekkür etti ve ben onu geride bırakarak ormanın içinde kıvrılarak giden yolda
gözden kayboldum. Birkaç defa karşılaştığım kurumuş yapraklar üzerinde hızlıca
kaçan kelerlerin çıkardığı sesler, bana sessizlikte ürpertiyle eşlik ediyordu.
İnişe geçtiğim noktada geçen yıl Noyan (Kıran) ve Umut (Uğraş) karşılaştığımız
noktayı tahmin etmeye çalıştım, sonrasında da zaten onlarla sanki tekrar
koşuyormuşçasına beraberce Narlıca’ya kadar inecektim.
Narlıca’ya yaklaşırken Mustafa
(Üçbilek) ile beraber koşacaktık. Köyün içinde çocuklar bizi gülerek karşıladılar
ve bir pazar yerini geçerek Narlıca’ya 12:00 sularında vardık. Geçen yıl burada
50K koşucuları olduğu için daha çok destekleyen, alkışlayan vardı. Bu yıl onlar
bir buçuk saat önce başladıkları için onlarla karşılaşmamıştım.
Fotoğraf: Murat Akkaya
Ultra koşularda siz koşarsınız ama
sizi bir sonraki istasyona kadar taşıyacak olan ayrıldığınız istasyondaki gönüllülerdir,
eğer bir de istasyondaki gönüllüleri
daha önceden tanıyorsanız, onların üzerinizdeki pozitif etkisi ikiye katlanır.
Narlıca’da İzmir’den tanıdığım dünyanın
en güzel sporcu kargaları Mavi Karga Kulübü’nün gönüllüleri vardı. Noyan
(Kıran), eşi ve kızı, Kutluhan (Özkunt) ve Çağın (İpekoğlu) ve birebir
tanışmadığım diğer arkadaşları bize süper bir servis hazırlamışlardı. Aralarında
İstanbul’dan Murat Akkaya’da vardı. Onların ince davranışları ile ben hayatımın
en güzel boyozunu ve irmik helvasını (lokma eksikti ama olsunJ)
İzmir’den 425 km uzakta Narlıca’da yiyecektim. Daha önceki istasyonlarda
olmayan peynire resmen aşermiştim, İzmir tulumu değildi ama bu istasyonda peynir vardı. İçtiğim çorba ve bolca yediğim
boyoz, peynir ve diğer yiyeceklerden sonra sevinçten olsa gerek Kutluhan’a
sarılıp, Çağın’a da bir Star Wars fanı olarak ve onun da Cosmos’da gezen bir
ruh olduğunu düşündüğüm için ‘may the force be with you!’ (güç seninle olsun) diye
bağırarak ayrılacaktım. Sonradan aklıma geldi; ‘12 saattir koşuyorsun ve leş
gibisin, Kutluhan’a sarılmazsan olmaz mıydı?’ Koktuysam özür Kutluhan.
Teşekkürler Mavi Karga, ‘on numara beş yıldız!’ bir servis vardı.
Engin Geçtan İnsan Olmak kitabında
şöyle bir şeyler yazar; ‘modern insanın en büyük problemi kentleşmedir, insan
doğada evrilmiş ona göre bedensel ve psikolojik dürtüler, güdüler ve savunma
mekanizmaları geliştirmiştir ama kentlerde yaşamak zorundadır’ Bu sözleri
okuduğum günden beri en zorlu anlarımı doğanın sağaltıcı ortamında yürüyerek,
koşarak ya da bisiklete binerek aşmaya çalışırım.
Narlıca sonrası köyün içinden
zeytinliklerin arasına, oradan da bir tırmanış sonrası tekrar zeytinlikler ve
sonrasında bir çok koşucunun ‘bu da ne ya?’dediği bölüme girdim. Hemen arkamdan
Mustafa (Üçbilek) geliyordu. O ‘ben Elena’yı bekleyeyim’ dedi, ben ayrıldım.
Sonrasında ilk inişin bittiği ve ikinci tırmanışın başladığı yerde beni tekrar
yakalayacaktı. İkinci tırmanışın hemen başında bizim de yolu şaşırdığımız
bölümde çok hızlı gelen bir sporcuyu uyardık ve bizim önümüze geçip koşarak bir
yokuşu çıktı. Bu ilk gördüğümüz 80K koşucusu idi. Sonradan adını öğrendiğim
Hasan Öztürk eğer böyle devam ederse ultranın parlayan yıldızı olacaktır. Böyle
bir parkurda 6.44 pace ile 84 km’yi 9:35 saatte bitirmek inanılmaz bir başarı.
Neyse, onun hemen arkasından bir İngiliz sonrasında da başka bir Türk koşucu geçecekti.
Hasan’ın bizi geçtiği yerden
başlayarak Müşküle Köyü girişine kadar olan bölüm bence bu parkuru koşmaya
değer kılan en önemli bölüm. Kelimenin tam anlamı ile balta girmemiş bir
ormanın içinden, kuş sesleri ve çiçek kokuları eşliğinde minik dereleri geçen
bir patikada koşuyor, yürüyorsunuz. İşte bu, biz kent insanlarının birçok
probleminin kaynağı kentlerden uzaklaşıp, doğanın geçmişimizle buluşmamızı sağlayan en
güzel armağanı. Umarım bu bölüm asla parkurdan çıkarılmaz.
Koşuyorsanız ya da koşacaksanız yarış anında asla parkurla, hava koşullarıyla,
organizasyonun eksiklikleriyle ve gördüğünüz diğer olumsuzluklarla uğraşmayın.
Bunun beyninizi ve vücudunuzu yormaktan, enerjinizi yok etmekten başka bir işe
yaramayacağını unutmayın. Ne düşünürsek beyin ve sinir sistemimiz onu
gerçekleştirmek için çabalar.
Müşküle Köyü’ne Veysel (Çetiner) ile dik bir
asfalt yoldan ulaştık, köyün içinde yer alan çeşmeden su içip suluklarımızı
doldurduk. Ben ikmal istasyonuna uğramadan geçtim. Yaşlı teyzeler ellerinde
yaşmakları, oya örüyorlardı. Geçen seneki coşkuyu göremedim, sanırım onlar da
duruma alışmış ya da 50K koşanlarla vermişlerdi bütün coşkularını.
Müşküle’den sonra başlayan tırmanışın
sonlarına doğru 80K koşan Derya (Duman) ve bir arkadaşı yaklaştı, onlara
önlerinde üç 80K koşucusu olduğunu söyledim, Derya da bana çok iyi göründüğümü
söyleyip ayrıldı. Biraz sonra tekrar inişe geçtiğimiz yolda her halinden
psikolojik olarak savaştığı belli olan 130K koşucusu Burak’ı (Kılıç)
görecektim. Onu geçtikten sonra Narlıca’dan beri ayaklarımı sürekli olarak
gördüğüm her su birkintisine soktuğum için içeri giren küçük taş parçalarından
olduğunu düşündüğüm karıncalanmanın nedenini anlamak için bir çeşme başında
ayakkabılarımı çıkararak temizledim.
Aslında bunun daha sonra 100
km’lerde ortaya çıkacak olan tabanlarımın su toplama başlangıcı olduğunu
anlamamıştım. Geçen yıl da bu parkuru aynı ayakkabılar ile koşmuştum, yarış
bittiğinde ayaklarımda hiç kabarma oluşmamıştı. Sanırım yaptığım hata,
Örnekköy’de ayakkabılarımın aynı modelin (New Balance, Leadville) tabanlıkları
değiştirilmiş yarım numara büyüğünü giymemdi. Orjinal Leadville tabanlığı ince
ve görece daha sertti, benim değiştirdiğim tabanlık ise Puma’nın biraz daha
kalın ve oldukça yumuşak tabanlığıydı, sanırım bu ayağımın tabanının ayakkabı
içinde sabit durmasını engelledi ve sürtünmeyi arttırdı. Eğer düşündüğüm
doğruysa bir daha asla yumuşak bir tabanlık ile koşuya başlamam.
Gene parkurun en güzel
bölümlerinden biri başlamıştı artık ağaçların altında kıvrılarak giden bir
patikada tek başımaydım. Bir süre sonra İzmir’de yaşayan duayen kadın koşucu
Alessia de Mattis gelecek onunla konuşacaktık. Çok iyi antreman yapamadığını
söyleyecekti ama çok sağlam gidiyordu.
Geçen yıl bir yüzüğü bulduğum çamurlu patika geçişine
geldiğimde güzel bir anı ile beni güzel bir insana götüren yüzüğün hikayesini
‘ultra maraton kardeşliği’ adına yazmalıyım.
Geçen sene hemen hemen günün aynı
saatlerinde çamurlu bir patikadan Süleymaniye’ye doğru inerken çamurun içinde
beyaz bir yüzüğün parladığını görmüş ve elime aldığımda içinde Yeldağ ve bir
tarih yazdığını fark etmiştim. Yüzük benim parmaklarım için çok dar olduğundan
sağ serçe parmağıma takıp koşmaya devam etmiştim. Koşu bitiminde de bir yüzük
bulunduğunu anons ettirecektim. Koşuyu bitirdikten sonra masaj yaptırırken, orada masaj
yapanların babası olduğunu söyleyen bir amcaya yüzüğü verip anons ettirmesini rica etmiştim. Sonrasında da, ‘ya adam
anons ettirmezse’ diye içime kurt düşse de artık olan olmuştu.
Yarıştan birkaç gün sonra Koşu Gazetesi Forum’da bir üye, ‘yüzüğümü bulan ve onun bana ulaşmasını sağlayan kişi eğer bu yazıyı okuyorsa lütfen bana dönsün, ona bizzat teşekkür etmek istiyorum’ yazıyordu. Sonrasında yazıştığımızda, benim yüzüğü bulduğum yerde bir dalı geçmek isterken ayağının kayması sonucu düştüğünü ve yüzüğün de büyük olasılık o zaman parmağından düştüğünü bunu 5-6 km sonra fark ettiğini belirtmişti. Aslında yüzüğü kaybettiği için morali bozulmuş ama yüzüğünün bulunduğu haberi ona kardeşi tarafından iletildiğinde koşuyu bitirmesine 6-7 km varmış ve cut off zamanından önce koşuyu bitiremeyeceğini düşünüyormuş. Aldığı bu haber sonrasında morali düzelmiş ve yarışı cut off zamanı olan 8:30’a çok yakın olan 8:31.40 ile bitirmiş. Yarış sonrası beni aramış ama bulamamış.
Güzel bir arkadaşlığın başlangıcı olan bu olaydan sonra yüzüğün sahibi Erol (Dinneden), eşi Yeldağ ve sevgili kızı Ada ile Kapadokya yarışlarında şahsen tanışacaktık. ''Karma''ya inanmalı insan, yaptığınız her güzel şey size bir güzellik olarak döner, ki tersi de doğrudur.
Yarıştan birkaç gün sonra Koşu Gazetesi Forum’da bir üye, ‘yüzüğümü bulan ve onun bana ulaşmasını sağlayan kişi eğer bu yazıyı okuyorsa lütfen bana dönsün, ona bizzat teşekkür etmek istiyorum’ yazıyordu. Sonrasında yazıştığımızda, benim yüzüğü bulduğum yerde bir dalı geçmek isterken ayağının kayması sonucu düştüğünü ve yüzüğün de büyük olasılık o zaman parmağından düştüğünü bunu 5-6 km sonra fark ettiğini belirtmişti. Aslında yüzüğü kaybettiği için morali bozulmuş ama yüzüğünün bulunduğu haberi ona kardeşi tarafından iletildiğinde koşuyu bitirmesine 6-7 km varmış ve cut off zamanından önce koşuyu bitiremeyeceğini düşünüyormuş. Aldığı bu haber sonrasında morali düzelmiş ve yarışı cut off zamanı olan 8:30’a çok yakın olan 8:31.40 ile bitirmiş. Yarış sonrası beni aramış ama bulamamış.
Güzel bir arkadaşlığın başlangıcı olan bu olaydan sonra yüzüğün sahibi Erol (Dinneden), eşi Yeldağ ve sevgili kızı Ada ile Kapadokya yarışlarında şahsen tanışacaktık. ''Karma''ya inanmalı insan, yaptığınız her güzel şey size bir güzellik olarak döner, ki tersi de doğrudur.
Ben zaman zaman ‘yazmak için
koşuyorum derim’ evet kesinlikle bunda bir gerçeklik payı var ama bu uzun
koşuları anlamlı kılan yol hikayeleri ve geride kalan anılar. Hikayeleri ve
anılarınızı hayatınızdan çıkarın, hayatınız bir hiçlikten başka birşey
değildir. Öğrencilerimin velilerine hep söylerim: ‘siz sadece bir çocuk yetiştirmiyorsunuz
onlara unutamayacakları hikayeler ve anılar da yazıyorsunuz, lütfen
çocuklarınızın çocukluklarına güzel anılar kazıyın.’
Süleymaniye’ye doğru inerken her hallerinden 80K’cı oldukları belli koşucular birer birer
beni geçiyorlardı ve gene her hallerinden yorgun oldukları belli olan 50K’cıların
geride kalanlarıyla karşılaşmaya başlamıştım.
...
Sirenlere varacaksın sen en önce,
onlar büyüler
yakınlarına gelen bütün insanları,
kim yaklaşırsa
bilmeden ve dinlerse onları, yandı,
bir daha evinde
onu ne karısı karşılar, ne çocukları.
Sirenler onu
çayırda çınlayan ezgileriyle büyüler,
çayırın
çevresinde kemikler vardır, öbek öbek,
bunlar
kemikleridir etleri çürüyen insanların,
büzük büzük
durur kemiklerin üstünde deriler.
Durma orada
yürü, arkadaşlarının da tıka kulaklarını,
tatlı balmumuyla
tıka ki, onların sesini dinlemesinler,
istersen dinle
sen, ama bağlasınlar ayakta seni,
hızlı geminin
içinde iplerle bağlasınlar
kollarından
bacaklarından orta direğe,
ondan sonra
dinle Sirenleri doya doya.
Ama dostlarına
yalvarır da, dersen ki ne olur iplerimi çözün,
bağlasınlar
onlar senin bağlarını bir kat daha sıkı.
....
Odysseia-Homeros
Süleymaniye’ye vardığımda köyün
içindeki gürül gürül akan bir çeşmenin yalağına ayaklarımı soktum çünkü o
karıncalanmanın ayaklarımın su toplaması olduğu kesinleşmişti. Bir koşucunun en
zorlandığı acı türlerinden biri ayak tabanlarının su toplamasıdır çünkü her
adımda bütün yük tabanlara ve bu acının üzerine biner. Çaresi ise ağrı
kesiciler-ki geçici çözüm üretirler- ve bu acıları çekerek önemsememektir.
Böyle anlarda acı ile yüzleştiğimde kendimi hep şöyle ikna ederim; ‘bütün
fiziksel, bedensel acılar gelip geçicidir-tabanınız birkaç haftada eski haline
döner ve unutursunuz- ama ruhsal acılar kalıcıdır ve verdiği acıların geçmesi
bazen imkansızdır. Keep calm and carry on!’ (sakin ol ve devam et)
Süleymaniye çıkışında ikisi kadın
biri erkek üç 50K koşucusu ile kısa bir sohbet ettik. Sonra ben onları geride
bırakarak devam ettim. Süleymaniye çıkışı sonrası başlayan toprak yolda Müşküle
çıkışı karşılaştığımız Burak (Kılıç) ile tekrar karşılaşacaktık. Burak İstanbul’dan
bir mimardı, çok yorgun gözüküyordu, ben dayanmasını birazdan mental
bariyerlerin yok olacağını söyledim. Onun da ayak tabanları kabarmıştı. Yanımda
taşıdığım Arveles ağrı kesicilerden birini verip ayrıldım. Sonrasında koşarak
beni geçecek ve benden önce koşuyu bitirecekti.
Geçen sene bu bölümlerde Miguel
bana pacerlık yapmıştı ve ben kendimi daha iyi hissediyordum. Bu sene yalnızdım
ama tecrübeliydim ve asla bırakmamaya kararlıydım. Bir de her koşucu bilir,
eğer 5 km koşuya çıktıysanız 4 km, 10 km için çıktıysanız 8km... eğer 137 km
koşacaksanız 100+ km’lerde bütün mental bariyerleriniz yıkılır. Bunu bilirseniz
daha da güçlenirsiniz, bilgi güçtür.
Derbent öncesi peşimde daha önce
geçtiğim 50K koşan üçlü gruptan genç bir kızı gördüm. Yanıma geldi ve tanıştık,
ben lise öğrencisi olduğunu düşünmüştüm oysa Selin (Erişir) mimarlık
fakültesini bitirmiş ve işini yapan genç bir kadındı. Adım adım grubu ile
koşuyordu. Derbent’e birlikte girdik. Derbent’te İzmir’den 80K koşan Şenol Abi
ve Bekir (Çakaroğlu) ile tekrar karşılaştım. Ben birşeyler yiyip istasyondan
ayrıldım. Köyden çıkan yolda Selin beni geçti, orman yolundaki kısa tırmanış
sonrası inişe geçtiğimizde onu yakaladım, bundan sonra beraberce İznik’e kadar
gidecektik. Selin (Erişir) de bu ülkenin pırıl pırıl genç ruhlarından birisi
‘cut off’ (yarışçılara tanınan zaman limiti) zamanının çoktan bittiğini bildiği
halde onun için çok önemli bir nedenden dolayı bu koşuyu bitireceğini
söylüyordu ve gece için bir el feneri vardı. El fenerinin ışığını
gördüğümde o ışıkla bir yere gidilemeyeceğini düşündüm. Zaten sonrasında benim
kafa lambasının ışığı ile koşuyu bitirecektik. O an ultraların ve hayatın
değişmez kuralı olması gereken alturism (diğergamlık) ile yüzleştim. Onu
bırakıp gidebilirdim ama bu Selin’e büyük bir haksızlık olurdu. Bu son bölümde
onunla konuşa konuşa İznik’e varacaktık. Geçen yılın 50K kadınlar birincisi
Sevgili Caterina (Scaremelli) benim bu sohbetlerimi (monologlarımı mı desem J)
hep ‘podcast’ olarak niteler.
Onu yoksul buluyorsan, aldanmış sanma kendini.
Geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki,
Artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini
İthakaların.
İthaka, Kavafis (Çeviri: Cevat Çapan)
Şehrin içine girdiğimizde saat
9:45 sularıydı ve sabah çıktığımız başlangıç takına doğru yol alırken, Selin’i
tanıyan Adım Adım grubu bir cafede oturmuşlardı. Selin’i gördüklerinde bir
erkek bir kadın koşucu Selin’i destekleyen bağırışlar arasında yerlerinden
fırlayıp bizimle koşmaya başladılar. Bitiş takını geçtiğimizde ilk 50K’sını
bitiren sevgili eşim Güldan ve Erol (Dinneden) ve sevgili Selin beni ilk kutlayanlar
olacaktı. Selin, beni onu bekleyen akrabaları ile tanıştırırken ve eşimle
tanışırken: ‘O benim hero’m!’ (kahramanım) diyecekti.
Bu yarışın, en güzel ve anlamlı ödülü de bu sözler olacaktı.
Bu yarışın, en güzel ve anlamlı ödülü de bu sözler olacaktı.
Muhteşem bir yazı ve muhteşem anılar... kalemine sağlık Yücel Kalem.
YanıtlaSilTeşekürler Sedat Sevil
SilBacaklarına, yüreğine ve kalemine sağlık Yücel!
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim,
SilCaner kim ne derse desin sen olmasaydın büyük olasılık bu organizasyon olmazdı, bizler de koşamaz ve yasamazdık. Herşey için teşekkür ederim.
Yücel, hem koşun hem de bu güzel yazın için tebrikler. Diğergamlık davranışın ise çok asil. Nice koşulara. Selamlar.
YanıtlaSilTeşekkürler, herkes empatiyi bilir ama aslında derin olan alturismdir, çünkü alturism'de kendi egon ile de mücadele vardır.
SilHarika bir yazı.Bu yarışı koşmadım ama yaşadım.Tebrikler...
YanıtlaSilTeşekkürler, Yavuz.
SilSadece koşu değil, içinde barındırdığı felsefe ile de çok güzel bir rapor olmuş, kutlarım sizi.
YanıtlaSilTeşekkürler Samet, senin yazında çok güzeldi.
YanıtlaSilÖmer Teşekkür ederim, bu ne güzel sözlerdir. Çok mutlu oldum. Sağol, sizin bu güzel sözlerinizle ben koşar, koştukça da yazarım :)
YanıtlaSil