15 Ocak 2017 Pazar

Melekler Şeytanlar ve İnsan

Her insan kendini doğrulayan bir kehanettir.
Her insan en az iki kişiliktir.
Bir Hint Mitoloji'sidir; insan doğduğu andan başlayarak kayıp öbür yarısını arar hayatta.
İnsan dediğimiz varlık melekler ve şeytanların savaş alanıdır. Bu savaştan arda kalanlardan ortaya çıkar insan.
Michelangelo'ya ünlü Davut heykelini nasıl yaptığını sorduklarında:
- O orada, kayada duruyordu ben fazlalıklarını attım. '' dediği rivayet edilir. Attığı fazlalıklardır şeytan, kalandır melek olan Davut.

Davut Heykeli

Hepimiz yontulmamış birer taş olarak (odun mu desek?) başlarız hayata; biçimsiz, çirkin ve kararsız.
Kendimizi tanıma ve geliştirme yontulmamışlığımızı fark ettiğimiz an başlar ve kendiğimizi ne ile yonttuğumuza göre insan oluruz, bazen şeytan, bazen melek, bazen de her ikisi...
Kendinizi ne ile yontmalıyız, ruhumuzu ne ile beslemeliyiz ki; meleklerin ve şeytanların savaş alanı 'insan olmak' sürecini 'hümanist' bir insan olarak tamamlayalım?

Altamira Mağara Resmi, İspanya

Lacaux Mağara Resmi (Fransa)


İçimizdeki melek için aklıma gelen en büyük kaynak insanlığın  yarattığı bütün mitolojik hikayeler, büyük romanlar, muhteşem mimari şaheserler, bir mağara duvarına (Altamira ve Lascaux) çizilen kan kırmızı resimler, Michelengelo'nun bitirdikten sonra karşısına geçip konuşmasını istediği Musa heykeli, bir Dostoyevski romanı, bir Nazım şiiri, Armstrong'un Ay'da bıraktığı 'onun için küçük insanlık için büyük' adımı, Bethoveen'ın 5. senfonisi, Mozart'ın Requiem'i, Pachellbel'in Canon in D'si, Karacaoğlanı, Neşet Ertaş'ıdır... Master Yoda'dır. Gücün sizinle olmasıdır. Karanlık bir odadaki ışık ve ses şenliği sinemadır...

Musa Heykeli

İçimizdeki şeytanları da tanımalıyız, sanat edebiyat müzik olmadan asla kurtulamayacağımız şeytanlar. Auschwitz'de Hiroşima ve Nagazaki'de Vietnamda, Afrika'da, Çanakkale'de savaşın, açlık ve sefaletin hor görmenin GÜÇ'ün (erk) kötü kullanıma ve bir yok etme aracına dönüştüğü her yerde kol gezen şeytanları.

Auschwitz Toplama  Kampı

Enola Gay (bombayı atan uçak) ve atom bombası


İnsan gezegenimizin en yalnız ve en sosyal canlısıdır. Sosyal canlısıdır yoksa hayatta kalamaz. En yalnızıdır. Sosyalliği hayatta kalmasını sağlayan ama onu kemiklerine kadar kıran bir mengeneye dönüşür, tek kaçış yolu vardır yalnızlığın güvenli sularına sığımak. Yaratıcılık bireyseldir, kargaşa, savaş yıkım toplumsaldır. Atom bombası birkaç zeki insanın yaratıcılığının ürünüdür onun kullanılmasına neden olan Japon ve Amerikan halkı (ya da onların seçtikleri itaat ettikleri siyasetçiler ve kral) dır.
Alan Turing bir dehşet zeka, Enigma'yı kıran grubun başındaki bir yalnız ruh ve karşısında onu sırf gay olduğu için ilaçla hadım eden ve girdiği bunalımdan sonra kendini zehirleyerek ölmesine neden olan İngilizler.

Alan Turing aynı zaman da bir koşucuydu

İnsana içimizdeki şeytan ya da meleklere dair hikayeler bitmeyecek, bu hikayeler bizi biz yapmaya devam edecek.
İnançları insanın güçlü yanıdır eğer inançlarınız aklınızı devre dışı bırakırsa şeytana dönüşürsünüz. Tam tersi de doğrudur. Saf akıl yıkıcıdır, eğer saf akıl olarak hayatta kalmayı 'doğal seçilim' olarak görürseniz, merhamet duygunuzun yerini saf acımasızlık alır.
Çok eski paradoksudur; ''ben hep yalan söylerim''
Kendimizi bir melek olarak görmek bir şeytan paradoksudur, bilirsiniz İblis de bir zamanlar melekti.

12 Ocak 2017 Perşembe

Atlar Orman Kayalar Çiçek ve Yaşam

Çoğu zaman olduğu gibi bisikletim ve ben iki yalnızdık.

Bisikletime atladım, çıktım yola... Önce Yeniköy sonra Yeniköy'ü geçer geçmez eski mezarlığın yanından sola girdim. Bir zamanlar orman kulübesi olan metruk kulübenin hemen yanında yeni yapılmış yangın göletinden sağa doğru yöneldim. 

Coğrafya çok farklılaşır bu bölgede, Şaşal suyunu oluşturan dağlardır buraları. Kızılçam ormanları ve ağaçların altında yeşeren fundalıklar bir oya gibi  süsler bu dağları. Güneyde Ege Denizi mavi bir patiskadır, sahillerini hödük yazlıklar isgal etmiştir. 
İn cin top oynuyordu. Korkuyu bilen her insanını ürpereceği bir sessizliğin ortasında bisikletim ve benim yalnızlığım daha da yalnızlaşırken iki at çıktı karşımıza. Siyahtı birisi, diğeri kahverengi. 
Doğada bir yabancı ile karşılaştığınızda ilkel benliğiniz devreye girer, atların ve benim  -birbirine yabancı iki türün- karşılaşmasındaki korku vardı gözlerimizde, onlar benden ben onlardan korkmuştum. Ama ben bin yıllardır beraber yaşadığımız bu gezegende, deniz canlıları dışında bir çok canlının özellikle de insanla yakın ilişkisi olmuş bütün canlıların -eğer yaralı veya aç değillerse- insandan korktuğunu biliyordum. İnsan hayvanlar aleminde korku demektir çünkü.
 Bisikletimi sürdüm onlara doğru, onlar koştu ben de peşlerinden, sonra ana yoldan bir yolamağa ayrıldılar ve geri dönüp korkuyla baktılar bana. Bisikletten inip fotoğraflarını çektim. Onları tekrar korkutarak ana yoldan kaybolmalarını izledim. Ağaçların arasında yüzlerce kayadan oluşan etrafa gelişigüzel dağılmış doğa ananın heykelleri vardı. Öyle güzellerdi ki, olanları fotoğrafladım ama asla gözümün gördüğündeki heyecanı vermiyordu çektiğim fotoğraflara bakmak. Daha iyi bir makinayla ve daha donanımlı gelmeliydim. Çektiklerim yeter diye düşünüp tekrar bisikletime bindim ve yola devam ederken yolun batı yönünde beni her zaman büyüleyen kayaları üzerinde yalnızlıklarıyla dikelen bir grup ağaç gördüm. Mutlaka çekmeliydim fotoğraflarını, çektim.




Tam bisikletime binerken gördüm bu iki çiçeği. En zor koşullarda var olmanın simgesiydiler. Deklanşöre bastım birkaç açıdan, çektiklerimin en güzeli buydu. Çakıl taşlarına , susuzluğa, sessizliğe, yalnızlığa rağmen yaşamda var olmanın gücü hep büyülemiştir beni. Nereden geldiğini bilmediğim bu güç yaklaşık 11 milyar önce evrenin başladığı o andan itibaren hep var ve var olacak. (canlı diyebileceğimiz ilk hücrelerin yaşı 3-3,5 milyar yıldır) En kücük canlıdan en gelişmiş olana kadar her canlının taşığı bir sırdır yaşam. Yıldız tozuyuz biz ve yıldız tozunun bilinen en mükemmel hali. Sırf bu yüzden bütün canlılar yıldızlarda pişen  ışıl ışıl parlayan gözleriyle, yapraklarıyla bir cümle varoluşlarıyla muhteşem varlıklardır.

Bu iki çiçek, tozun toprağın arasında yalnızlıklarını, onların fotoğrafını  (ışığın grafiği) çeken -başka bir yalnızın- gözünden sizinle paylaşıyor.

11 Ocak 2017 Çarşamba

Çam

Çocukluğum çam ağaçları arasında geçti benim, bu yüzden masalsı anlarla büyüdüm diyebilirim.
Guguk kuşlarının ötmeye başlamasıyla birlikte su yürürdü çam dallarına ve kolayca boru biciminde çıkardı ince dallarından kabuğu; ilk oyuncaklarım oldular bunlar, ilk düdüklerimi bu borudan yaptığımı anımsıyorum.
Yaşlı amcalar, köylü şapkalarının gölgelikle kumaşı arasında kalan boşluğa çam dalından elde edilen bu borumsu çam  kabuğundan yaptıkları ve takım dedikleri sigara ağızlıklarını sıkıştırılardı.
Yaşlı çam ağaçlarının kızıl kabuklarını işlemek kolaydır ilk oyuncak arabam bu kızıl kabuklardan yapılmadır benim.
Yaz aylarında bu çam ağaçlarının dallarından yakalardık ağustos böceklerini, biz çığırtgan derdik o cırtlak sesiyle durmadan öten bu böceğe, ve ancak Amerika'da öğrendim erkek sandığımın dişi, dişi sandığımın da erkek olduğunu.
Üzerine kar yağdığında, çam kadar ne güzel gözükebilir ki? Soğuk kış geceleri, tam karşımızda ki dağdan rüzgarın çam yapraklarına- biz pürçek derdik- çarptığında masalımıza bir gizem ve müzik eklenirdi. Baykuşaların sesleri eşlik ederdi sonra annem korkuturdu birileri ölecek bu gece diye...
Ve gençliğimde bu ağaçların yüzlercesini kestim, tomruk yapmak için, o günlerden kalma çam sakızlı ellerimi hala hissederim, anlıyorum ki çamların göz yaşlarıydı fark edemediğimiz.
İlk ve son orman yangınımı da bu ağaçlarla başlattım kimsenin öğrenemediği ve ölümüne korktuğum.
Her canlının bir hikayesi vardır bu gezegende, doğar büyür ve ölürler. Bildiğimiz kadarıyla da ölüm bilinci sadece insan da vardır. Yaşam bu yüzden çok güzeldir ve çok acı. Kendimize anlam yüklemeye çalışıp dururuz, piramidleri yaptırtan da bu güçtür, aya bizi taşıyan da, ölümlü olduğumuzu bilmenin verdiği ölümsüzlük arayışıdır aslında tek aradığımız.
Ağaçların yaşlılıktan ölümü en asil olandır, ayakta ve dik ölürler. Bu ağaç gibi...

10 Ocak 2017 Salı

Değişim ve Facebook

Burada ne yazarsanız yazın, ne yazarsam yazayım, ne paylaşırsanız paylaşın, ne paylaşırsam paylaşayım; bir saat sonra ya da bir gün ya da bir ay ya da bir yıl belki on yıl sonra, Türkiye'yi, insanları ve dünyayı değiştiremezsiniz, değiştiremeyiz.
Değiştirdiğimizi varsayalım, bu değişiklikten önce birileri, sonra kendimiz rahatsız oluruz. Değişim evrimsel bir süreçtir ve hiçbirimiz kuyruğumuzu iki günde kaybetmedik, iki günde homo erectus, homo sapiens olmadık. Bu yüzden bütün hızlı değişimler başta size ve diğerlerine zarar verir eğer hızlı değişim toplumsal ise kanlıdır. Önce kendi çocuklarını öldürür. Kaotiktir.

Dramdan beslenmek ve şikayet etmek bize kendimizi iyi hissettirir, çünkü böylece inançların sanal dünyasında kendimize güvenli bir sığınak yaratırız. (Dopomin salgısı artar.)
Mısır papirüslerınde de "nolacak bu gençlerin hali?" yazdığını okumuştum. Sümer tabletlerinde de öğrencilerin  ödevlerden şikayet ettiğini:) İşi gençlerle çalışmak olan herkes bu söze katılır. Biyolojimiz için 4-8 bin yıl çok kısa bir süredir.

Modern insan davranışı, bize benzeyen 40-60 bin yıl önce Etiyopya steplerinde ortaya çıkan ilk atalarımızın davranışlarından farklı değildir. Siz unutursunuz ama biyoloji unutmaz. Evrim en değerli bilgiyi en derine, en ulaşılmazsa yazar ve saklar. (Sosyal olaylara müdahale edebildiğimiz gibi genlere, DNA'ya müdahale etiğinizi düşünün, sonuç pek iç açıcı olmazdı)

Kendimizi değiştirmek insanları ve hayatı değiştirmekten daha kolay ve kalıcıdır.
Dram, trajedi, karamsarlık birer öğretmen olarak iyidir ama buradan beslenirseniz bir süre sonra daha çok dram yaratan bir oyunun parçası olursunuz, sonuç yine kaotiktir ve bütün enerjinizi negatife çevirir. Oysa yaşam bir denge oyunudur. İnsanın en büyük sorunu bu oyunun kurallarını tam olarak hala anlamamış olmasıdır.

Neden mi yazıyoruz ya da paylaşıyoruz? Yanıt  büyük olasılık alter ego, ego ve süper egolarımızdır ya da "ben de varım" demek içindir.