27 Ekim 2015 Salı

The North Face Capodocia Ultra Trail Yarış Raporu

Peri Bacaları, Kapadokya


Pain is inevitable, suffering is optional.
Acı kaçınılmazdır, acı çekmek seceneğe bağlıdır.
-Who are you?
-I am noone.
The Force Awakens, Star Wars
-Sen kimsin?
-Ben hiç kimseyim.
Güç Uyanıyor, Yıldız Savaşları
2012 Temmuz ayıydı. Adını, Babylon’un bereketi, doğurganlığı, dişiliği simgeleyen tanrılar tanrısı ana tanrıça Tammuz’dan alan bu ay; -nam-ı diğer İştar, Diana, Anna, Meater…- Roma Askerleri’nin zulmünden kaçan ilk hırıstiyanların, kolayca işlenebildiği için yer altı kentleri, kliseleri ve evleri yapabildikleri, karmaşık dehlizleri ile kolayca saklanıp sığındıkları bu topraklar, uzaktan bakıldığında çıplak, solgun bir insan bedenini anımsatan rüzgarın, yağmurun ve karın şekil verdiği bu olağanüstü oluşumların dış yüzeyine çarpan rüzgarın  çıkardığı sesler perilerin şarkılarını anımsattığı için ve bu dünyaya ait değilmiş gibi duran duruşları ile Peri Bacaları’nı içine alan, Hasan ve Erciyes Yanardağları’nın öfkesini kustuğu zamanların küllerinden doğmuş Kapadokya’yı, Güzel Atlar Ülkesi'ni parlak güneşiyle aydınlatıyordu. Sıcaktı. Kavurucuydu. Ateşekoşu ‘Runfire’ Kapadokya için gelmiş ve hayatımda  ilk defa     9-16 Temmuz arasında bütün ihtiyaçlarımızı sırt çantamızda taşıdığımız 5 farklı etaptan oluşan ve en uzunu 89 km olan yaklaşık 240 km koş(yürü)muş(müş)tum(tüm).

Yolum başka bir koşu için gene bu topraklara düşmüştü. Bu defa hava serin, gökyüzü daha bir diriydi. Hazan mevsimi, sararan, kızaran yapraklar ki onlar usulca yere düştüğünde çıkardığı seslerle ve kara karıncaların son erzak toplama hazırlıkları ile usulca, yavaş yavaş, sessiz sedasız ilerliyordu…

Başlangıç Noktası


The Northface Kapadokya Ultra Trail 110 k koşusu için eşim Güldan ve ben Nevşehir Haavaalanı’na İstanbul aktarmalı uçağımızdan indikten sonra bizi bekleyen Argeus’un minibüsü ile yarış merkezi Ürgüp’teki Amor Otel’in önüne kadar geldik. Otele yerleştikten sonra Ürgüp Kültür Merkezi’ndeki kayıt merkezine gittik ve kaydımızı yaptırıp fuar alanında yer alan standlara bir göz atıp bir şeyler yedikten sonra, Cemil (Gökçe), Aykut (Çelikbaş), Derya (Duman) ve  Aladağlar Skytrail Koşu’sunda muhteşem fotoğrafları çeken Derya’nın eşi Arzu ile sohbet ettikten sonra yarış brifingine katılmış, brifing sonrası makarna partisinde bir şeyler yemiş ve otelimize çekilmiştik.
Saat 21:00 suları uyumuşum ama saat 24:00’de uyandıktan sonra bir daha derin bir uykuya dalamadım, bu yarı uyku anlarında zaman zaman kalflerime kramplar giriyordu ve ben endişeleniyordum.
Yoğun bir antrenman temposu sonrası beş gündür koşmamama rağmen dinlenememiştim, bunun hissediyordum. Uyandıktan sonra daha önceden hazırladığım karbonhidrat, elektrolit ve protein karışımını su ile karıştırıp içip,  sırt çantamı alıp başlangıç takının olduğu yere gittim. Dropbag’i bıraktıktan sonra yarış için beklemeye başladım. Yarış için start verildiğinde Caner (Odabaşoğlu) ile bir süre beraber koştuk. Benim hızlı çıkışlarımı bildiği için, ‘hızlı gitme, bir süre beraber gideriz sonra sen gidersin’ dedi, ama tam tersi olacak, o bir süre sonra gözden kaybolacak ve onunla bir daha yarış sonrası masaj salonunda karşılaşacaktık.
İçtiğim karışım midemi bulandırıyordu ve yorgunluk hızlı koşmama engeldi ve bolca içtiğim su gulp, gulp midemde sallanıyordu. Şişmiştim. Yağmur atıştırmaya başlamış ve ben yağmurluğumu, başka bir koşucunun çantamı bir süreliğine taşıma yardımı ile giymiştim. İbrahimpaşa İstasyonu’na vardığımızda sadece numaramı okutup geçtim. 3 yıl önce temmuzda  Runfire Kapadokya’da  koştuğumuz yerlerden geçiyorduk, beynim hafızamda yarım yamalak kalmış yerleri yeni görüntülerle birleştiriyordu. Uçhisar İstasyonu’nun çıkış yoluna geldiğimde beynim görüntüyü net olarak anımsadı, ‘buradan inmiştik’. Uçhisar’da birkaç yudum kola içip, bir parça peynir yiyip paketli tahin helvasını yanıma aldıktan sonra ayrıldım.

-I raised to do one thing but I have nothing fight for.
The Force Awakens, Star Wars

-Bir şeyler yapmak için yetiştirildim ama savaşmak için hiç bir şeyim yoktu.
Güç Uyanıyor, Yıldız Savaşları

Son olarak bir pazar günü gene adı Yunanca periden (Nymph) gelen bir dağda, başka bir coğrafyada, İzmir Nif Dağı’nın eteklerinde eşimle birlikte 14 km yürümüş, aynı gün akşamüstü tempolu bir 36 km bisiklet sürüşünden sonra dinlenmeye geçmiş ve Kapadokya Yarışını beklemeye başlamıştım. Serkan ve Sertan kardeşleri Aladağlar Skytrail’de tanımış olmam bu yarışı benim için bir anda özel yapmıştı.

Dehlizi anımsatan, gökyüzünü yer yer kapatan elma ve ayva ağaçlarının arasında kıvrıla kıvrıla giden patikaları şiddetini arttıran bir yağmur altında Ferda (Falay) Abi ve birkaç kişi ile geçiyorduk, tahtadan yapılmış iptidai (ilkel, derme çatma) bir köprüden geçerken bir koşucunun önümde totoşunun üstüne sertçe düştüğünü görüp temkinle yaklaşmama rağmen ben de kaydım. Sonradan burada düşen bir kişini kolunu kırdığını yarış sonrası öğrenecektim.
Koştuğumuz patika bir dereye dönmüş suların içinde bata çıka koşarken bir koşucunun Peri Bacaları’nın fotoğrafını çektiğini gördüm daha sonra aynı kişi ile karşılaşacak, tanışacaktık ve yarış sonuna kadar birkaç defa beraber koşup yürüyecek, politikadan dine, birçok konuda konuşacaktık. Alan Wood Hollanda’da yaşayan Leedsli bir İngilizdi. Buraya gelmeden önce bu yıl Ultra Trail Mount Blanc’ta 178 km koşmuştu. Alan’la tanışın. Çünkü ileride karşımıza tekrar çıkacak.
Göreme istasyonuna vardığımda Aykut’u (Çelikbaş) görmek ve Nevşehir Havaalanı’ndan Ürgüp’e gelirken dünya tatlısı 11 aylık çocukları Karya Ege’yle yarış için gelen TRT spor programcısı ile mini bir röportaj yapmak da çok keyifliydi. Kendisiyle Ultimate Cunda’da röportaj yapmıştık. Artık ben de Andy Warhol’un ‘Herkes bir gün 15 dakikalığına meşhur olacak.’ sözünün payıma düşen kısmını kullanmıştım.

Alan çoraplarını değiştirirken ben oradan ayrılmıştım. Runfire’dan net olarak hatırladığım bir bölümü geçiyorduk. Bir çay bahçesi işletmecisinin biz oradan geçerken bize ticari anlamda çaya davet etmesi traji komikti. Demir merdivenlerin olduğu tırmanışlardan sonra küçük ağaçlarla kaplı patikalardan geçerken tanıştığım kişi adımı sordu söylediğimde Kaçkar Dağ Maratonu’nda tanıştığımız Eskişehir’den Cafer Dalar ile beraber antrenman yaptığını ve beni tanıdığını söyledi. Emre (Singer) acı çekiyordu. ‘Ağrı kesicin var mı?’ dedim. ‘Babam eczacı, ağrı kesici aldırmadı’ dedi. Bende ağrı kesici olduğunu söyledim ve bir adet Majezik verdim. ‘Suyun var mı?’ dedim. Suyu da bitmişti. Suyumdan birkaç yudumla hapını içti.
‘Abi mesleğin ne?’ dedi. ‘İlkokul öğretmeniyim’ dedim. ‘Abi ben seni hep yazar falan sanıyordum.’ dedi.
Emre’yi geride bırakıp ayrıldım ama Çavuşin’de tekrar karşılaşacak eşi, anne ve babasıyla da tanışacaktım. Emre’yi en son Ürgüp’e 2-3 km kala görecek ‘Abi sen olmasan bizimkilere telefon edip beni almalarını söyleyecektim, sayende bitiriyorum.’ dediğini duyacaktım.

Çavuşin sonrası koştuğum yarışlar içindeki en sert tırmanışa başladığımda içtiğim kolanın da etkisiyle kendimi daha iyi hissediyordum. Gücüm yerindeydi ve herşeyi 110 km’yi bitirmek üzerinden kurduğum için hiç acele etmiyordum.
Akdağ İstasyonu’nda Harun (Alışır) ile karşılaştık. Önce Strava’dan, sonra Ultimate Cunda’da yüz yüze tanışmış, yarış başlangıç noktasında o beni tanımış sohbet etmiştik. Daha önce yazdığım tahta köprü gazisiydi. Çok kötü düştüğünü ve kafasını tahtaya çok sert çarptığını anlattı ve  uzun bir sohbet de başlamış ve bizi Ürgüp’e kadar taşımış oldu. Harun aslında eski bir tenisçiymiş ve Türkiye ikinciliğine kadar yükselmiş. Sonra spordan kopup sigaraya başlamış ve bir gün minik kızının ‘baba çok kötü kokuyorsun’demesiyle sigarayı bırakmış ve koşmaya başlamış. Yolda eşini arayıp yakınlaştığını söyledi. Finish’e kızı Defne ile girmek istiyordu çünkü. O finish'e girerken ben 110 k koşucuları için ayrılan dropbag bölgesine geçmiş ayakkabılarımı çorabımı ve üst içliğimi değiştirmiştim ki Harun kızı Defne, eşi ve bir arkadaşıyla geldi. Onlarla tanıştım. Defne’ye öğretmen olduğumu söyledim, çünkü o da 1. sınıfa bu sene başlamıştı. Bir öğretmen olarak kız öğrencilere hep pozitif ayrımcılık yaparım, bilirim kadını ezilen, kadını gelişmeyen bir toplum karanlıkla ödüllendirilir.

8:32 saatte 62 km ile Ürgüp’e girmiştim. Biraz makarna yedikten sonra çocukluğumun kovboy filimlerinden aklımda  kalan ‘yalnız kovboy’ imgesi ile 60 k’yı bitiren koşucuların ve seyircilerin gürültü patırtısı ve halkın umarsız, ilgisiz, anlamsız anlamsız bakışları arasında Ürgüp’ten aynı zamanda herşeyi düşünen ama hiç birşeyi düşünmeyen sadece bitirmeye ayarladığım ‘mental kurgu’ ile salına salına ayrıldım.

Harun ve Kızı Defne 60k Finish'te


-Nothing will stand in our way, I will finish what you started.
The Force Awakens, Star Wars

-Hiç birşey bizim yolumuzda duramayacak, başlattığın şeyi bitireceğim.
Güç uyanıyor, Yıldız Savaşları

Koşuya başladığımız noktadan yolculuğun ikinci 48 km’lik kısmı tekrar başlıyordu ve bu defa mistik, masalsı, Alan’ın bazıları için ‘cockrock’ dediği penislerin olduğu yerlerden, Peri Bacaları diyarından tamamen farklı, tipik bir Anadolu  bozkırına doğru yola çıkıyorduk. Bir yol kavşağında Sertan ya da Serkan Girgin’i gördüm. Harun’dan duyduğum son kararları ile ilgili küçük bir sohbet oldu. ‘Hocam koşuna yoğunlaş, daha beraber çok koşarız’ dedi. ‘Respect’diyerek ayrıldım. Önümde başlangıçta hiç kimse yoktu sonra üç kişiyi yakaladım sonra da bir kişi beni. Önde gidenlerden sadece Dağhan’ı (Kurtgil) Aladağlar’dan tanıyordum diğer birini görmüş ama tanışmamıştım. Arkadan gelen ise ileride tanışacağımız Belçika’dan Denis’di.

Denis ve Ben


-There were stories about what happened.
-It is true, all of it.
The Force Awakens, Star Wars

-Neler olduğu hakkında hikayeler vardı.
-Hepsi doğru.
Güç Uyanıyor, Yıldız Savaşları

Denis Brüksel’de yaşıyormuş ve ilk defa bir ultra maraton koşuyormuş, işe bisikletle gidip geliyormuş. Neden içinden geçtiğimiz köylerdeki insanların bizlere anlamsızca baktığını sordu. Böyle bir koşuda ülkesinde herkesin inanılmaz destek vereceğini anlattı ve tabi konu Türkiye’nin AB’ye girip girmemesine geldi. Çok kibar biçimde konun uzmanı olmadığını ama Türkiye’nin AB’ye girmemesi gerektiğini düşündüğünü söyledi. Ben de duygusal olarak Avrupalı olmamamız gerektiğine inandığımı ve istediğimi ama şimdilik realistik olarak demokrasimiz, nüfusumuz ve ekonomik-kültürel gelişmişliğimiz ve İslam yüzünden bunun, hele bu günlerde, imkansız olduğunu söyledim.
Türkiye’nin tersine, bir koşucu olarak bir Avrupalı’dan, Denis'den daha iyi durumda olduğum için ondan ayrıldım ve önümde sarı uzun saçları ve uzun boyu ile yabancı olduğu her halinden belli olan başka bir koşucu ile tanıştım. Adı Benjamin’di. Danimarkalıydı. Gülümseyerek; ‘Yahudi misiniz?’dedim. Hayır dedi, birinci adımı duyarsan kesin Yahudi dersin, birinci adım David dedi gülümseyerek. Aslında birkaç nesil önce büyük annesi tarafından Yahudiliği varmış ama kendisi ateistmiş ve Danimarka’da politika ve uluslararası ilişkiler konusunda gazetecilik yapıyormuş. Benjamin kusma hissinden ve midesinin rahatsızlığından söz etti ve ben Aykut’tan(Çelikbaş) bir gün önce öğrendiğim 240 km’lik Spartathlon Koşusu sırasında yaşadığı onun ve başkalarının kusmasının  ya da kusma isteğinin nedenini anlattım. ‘Beyin bütün enerjiyi koşu organlarına yönlendiriyor siz bir şey yediğinizde ise mide bunu öğütmesi için enerjiye ihtiyaç duyuyor fakat beynimizin amigdalası limbik sistemden daha rasyonel çünkü otomatik pilotta çalışıyor ve mideyi çalıştırmayıp onu kusturmaya çalışıyor.’ Benjamin’e belki faydası olur diye Renie anti asit çiğneme tableti verip, birşeye ihtiyacı olup olmadığını da sorduktan sonra ayrıldım. Bu sırada bizim Belçikalı Denis beni tekrar yakalamıştı ve biz bulutların arasından batan güneş manzarası ile bir platoda  Plato İstasyonu’na doğru yaklaşırken önümüzde bir bayan ve bir erkek koşucu ilerliyordu onları yakaladığımızda birinin Alan bayanın ise Mahmut(Yavuz) ile Kalahari Çölü’nde koşmuş olan ve İskoçya’da yaşayan Lucja olduğunu öğrendim. Karanlık çökmüş kafa lambalarını kullanmaya başlamıştık.

Plato'dan Gün Batımı


Plato İstasyonu’nda kola içip peynir yedikten sonra Alan ile ayrıldık. Alan beni Karain Köyü inişinde geçti. Karain Köyü sonrası başlayan çıkış öyle sertti ki kalflerimin kramp yüzünden bir kağıt gibi büzüldüğünü gördüm. Arkadan gelen hareket halindeki ışıklardan birilerinin yaklaştığını görüyordum. Karlık istasyonuna gelirken beyaz bir ışık görüyor konuşmalar gülüşmeler  ıslık sesleri ve buraya buraya diye bağırışlar duyuyordum. Sonradan anladım ki bunlar köylü gençler ya da köylüler. Kendilerince eğleniyorlardı.
Karlık İstasyonuna varmadan önce köylü sandığım bir adam İngilizce olarak istasyonun 200 metre ilerde olduğunu söyledi. Kafam biraz  karışsa da 200 metre sonra orada olacağını bildiğim ve Facebook paylaşımına yaptığım yorumda, ‘ sırf seni görmek için 87 km garanti’ dediğim Aykut’u (Çelikbaş) ve bir sürpriz olarak 62 km koşan Cemil’i (Gökçe) görmek yabancı ellerde bir tanıdık görmek hissi yarattı. Tam ayrılırken sorduğumda Aykut 46. kişi olduğumu söyledi.

Aykut (Çelikbaş), Mert (Derman) ve Caner (Odabaşoğlu) Türkiye’nin okuyan, koşan, yazan, paylaşan önemli  ultracılarından üçüdür. Ben  öyle bir ‘lucky bastard’ ım ki bu üç ultracı ile 2012 yazında Runfire Kapadokya’da aynı çadırda kalmıştım. Bu koşuda Caner ile koşuya başlamış, Aykut ile bir gönüllü olarak ikinci kez karşılaşmıştık ve aynı zamanlarda Mert başka bir kulvarda, Antalya’da yarı Ironman Gloria’da yüzüyor koşuyor ve bisiklet sürüyordu.

Karlık'tan ayrıldıktan sonra dik bir yokuşu çıkarken iki araç iniyordu. Uzun bir toprak araç yolunda yürüdükten koştuktan sonra başka bir düzlüğe ulaşmıştık ve ben karşı tarafta ilk gördüğümde benden önce gidenler sandığım ışıkları görüyordum, sonra yanan ateş ve çadır ışıkları ile burasının Plato İstasyonu olduğunu anladım. İçimden, ‘kısa yoldan buraya gelmek varken’ inişli çıkışlı fazladan bir 15 km yaptığımız fikri geldi. Araç yolunu takip  ederken 5-10 metre içinde reflektörlü işaret çubuklarını göremeyince hemen geri döndüm. Bu nokta bazı koşucuların kaybolup geriye Plato İstasyonu’na döndükleri nokta olmalı. Alan hemen arkamdaydı ve onu da yol konusunda  uyardım. Alan ile tekrar buluşmuştuk ve son 5 km’’ye kadar beraber gidecek ve ben son km’lerde İznik 136 k’da  olduğu gibi mental yorgunluk eşiği geçip son 4 km’yi ortalama ‘5:40 pace’ler ile yardıracaktım.

-The dark side, the Jedi, they are real.
The force Awekens, Star Wars

-Karanlık taraf, jedi onlar gerçek.
Güç Uyanıyor, Yıldız Savaşları


Bu kısımın iniş bölümü işaretlemeler açısından seyrek yüzey şekilleri bakımından sevimsizdi. Mustafapaşa İstasyonuna vardığımızda bir kahvede uçuşan karasinekler ve bizden önce oraya ulaşan ve sohbet edip bir şeyler yiyen sporcuların arasında girdik. Sadece kola içip peynir aldıktan sonra hiç oyalanmadan Alan ile ayrıldık. Köy çıkışında ana yolda silahlı bir jandarma duruyordu. Alan jandarmanın neden silahlı olduğunu sordu. Sadece ‘burası Türkiye’ dedim.
Alan ile neden koştuğumu onun neden koştuğunu ve UTMB’yi, benim ‘dream city’im Londra’yı, politikayı, savaşları ve benim sonsuz merakım ‘insan doğasını’ konuştuk.
178 km’lik UTMB’yi sorduğumda sanırım 33. Saatlerde bitmiş bir halde nasıl halüsilasyonlar görüp ağladığını anlattı bana.
Bir dere yatağına gelmiştik ve belki yorgunluk, belki işaret seyrekliği kafam karışmaya başlamıştı. Bu bölümde Suunto Ambit 3 Peak modeline yüklediğim ve kullanmasını startta Aykut’un Kardeşi Aytuğ’dan  (Çelikbaş) öğrendiğim haritanın yardımı ile koştum. Teşekkürler Aytuğ.
Alan’ı geride bırakmıştım önümde iki yabancıya yardıma ihtiyaçları olup olmadığını sordum. ‘Go go’ dediler ve son olarak yorgunluğu her halinden belli olan masaj salonunda tanışacağım Alişan Kayabölen’i geçtim ve hiç durmadan ürgüp girişinde beni karşılayan 4-5 gönüllüyü görünceye kadar koştum, sonrasındaki yokuşta yavaşlayıp sabah iki kere geçtiğimiz otelimizin de olduğu sokaktan başlangıç ve bitiş takı olarak görev yapan yola girdiğimde bravo Yücel sesleri arasında beni bekleyen ve ilk 36 km’sini bitiren sevgili eşim Güldan ile kucaklaştık. Bitmişti.

Sonuç


-The force, it is calling to you.
-Just let it in.
The force Awakens, Star Wars

-Güç seni çağırıyor.
-Sadece ona izin ver.
Güç Uyanıyor, Yıldız Savaşları

Yazı boyunca benim için fenomen olan Star Wars’un 18 Aralık’ta gösterime girecek Güç Uyanıyor’un son fragmanından konuşmaları paylaştım.
Star Wars ve The Lord of the Rings benim gerçek dünyadan kaçtığım ama aynı zamanda da onlarla bu dünyayı ve insanı anlama çalıştığım iki epik sinema filmidir. İnsan davranışının kompleks yapısını ve toplumların onları yöneten ‘güç’ tarafından nasıl parçalanıp savaştırıldıklarını, her iyinin kötü, her kötünün iyi olabileceğini ben bu filimlerden öğrendim. Hepimizin içinde bizi yok etmeye çalışan bir Saruman’a karşılık bir Gandalf,  her Darth Vader’a karşı onun çocukluğunun iyiliğini taşıyan Anakin Skywalker var. Saf iyi ya da saf kötü değiliz hiçbirimiz. Sadece saf iyi ve saf kötüyü katlettiğimiz anlar var hayatlarımızda.

Koşuyorum, çünkü görece yalnız olduğumuz bu hayatta, koşarken güzel insanlarla karşılaşıyorum ya da belki  koşarken ve yaşarken karşılıklı muhtaçlığın yarattığı güzel hallerini görüyor, güzel hallerimi gösteriyorum.

Ve koşarken bazen;
…..
‘ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize dair
sesler geldiği için’
…..

Nazım Hikmet
Kuvay-i Milliye Destanı

Koşuyorum.
Koşacağım.
Teşekkürler The Norh Face Capodocia, teşekkürler Serkan ve Sertan Kardeşler, teşekkürler Argeus ve onlarsız asla başarılamayacak gönüllüler...
Teşekkürler!