Şu yeryüzünde cennet diye bir yer varsa, bizim Kırkıca (bugünkü Şirince)o
cennetin bir parçası olsa gerekti. Ormanlarla kaplı dağlık bir bölgede
kuruluydu köy. Önümüzde denize kadar uzanan Efes Ovası… Ve baştan başa yemiş
bahçeleriyle, incirliklerle, zeytinliklerle, tütün, pamuk, mısır ve susam
tarlalarıyla dolu olan bu ova bizim köye aitti.
Benden Selam Söyle Anadolu’ya / Dido Satiriyu
Önümde ikisi kadın, ikisi erkek olan dört kişi kendi aralarında sohbet ederek salına salına Şirince’ye doğru yürüyorlardı. Onları geçer
geçmez acı ile bağırarak yürüyemez hale geldim ve kalflerimin her ikisinin de acı ile
birlikte buruşturulmuş ve bir kenara
atılmış birer kağıda döndüğünü gördüm. Benim
acı içinde kıvrandığımı gören bu kişiler, ‘Bir şeyin var mı?’ ‘Ambulans
çağıralım mı?’ dediler. ‘Hayır gerek yok.’
dedim. İçlerinden birine bacağıma kramp girdiğini, ayaklarımı yukarı kaldırıp bir eliyle topuğumu öbür
eliyle parmaklarımı tutup parmaklarımdan ileri doğru ittirmelerini söyledim. Söylediklerimi yaptılar, bu biraz iyi gelmişti. Ayağa kalkıp onlara teşekkür ettikten sonra acı içinde sekerek yola devam ettim.
Bir süredir sağ ve sol kalflerime giren kramplar hızımı
iyice düşürmüş, bir defasında bir ağaca dayanarak krampın acısını hafiflemiş ve ondan
sonra koşmaya devam edebilmiştim. Yaklaşık 10 km’dir yükselti kazanıyordum. Tempom iyice
düşmüştü. 38-39’uncu km'lerdeydim ve GPS’li saatim ortalama ‘pace’im 5.45
gösteriyordu. (Pace: 1 km’lik yolu geçiş süresi)
Geçen sene İznikUltra 136 Km sonrası Manisa Dağ Bisikleti
yarışları sırasında bisikletle çıkması çok zor bir yokuşu bisikletten inerek çıktığım için aşil tendonunu incitmiştim ve bu da geçmeyen müzmin bir sızıya dönüşmüş
ben de onunla yaşamaya alışmıştım. Bu arızanın en büyük yan etkisi eskisi kadar koşu antremanı
yapamıyor olmamdı. Bu yüzden de artık antrenman için bisiklete biniyordum. Ara sıra da, ‘Aşil de
kimmiş?’ deyip koşuyordum. Hiç antrenmansız Erciyes Skyrunning ve Kaz Dağları
Ultra maratonlarına katılmış her ikisini de yarıda bırakmıştım. Koşamasam da
bisiklete binebiliyordum ama o 'tendinit' sürekli ben buradayım diyordu.
Benim uzun mesafe koşuları için garip bir huyum var, bu yüzden de her yarış bir zulme
dönüşüyor. Bir dağ maratonu mu var, en uzun mesafe ne, ben oradayım. Plan,
hazırlık, program yok, iman gücü var. İman gücü uzun mesafe koşularında da bir yere kadar gidiyor,
gitmezse ağrı kesiciler, onlar da çözüm üretmiyorsa bı-ra-kı-yo-rum… Bu yüzden de Efes Ultra’nın
da en uzun parkurunu 55k’yı seçmiştim.
Cuma akşamı okul çıkışı Cumartesi günkü yarışa gidip
gitmemek konusunda oldukça kararsızdım. Selçuk’a giden koşucuların Facebook
paylaşımları ilk defa hiç ilgimi çekmiyordu hatta çok itici gelmeye başlamışlardı.
İnsan egosu işte, illa bir şeyleri ‘bak yapabiliyorum’ diye bir çocuk gibi
gösterecek. İnsan ile ilgili öğrendiğim diğer bir şey de, yaptığınız işin ne
olduğu önemli değil, insan her zaman en iyisini kendinin yaptığına inanma
eğiliminde. Hepimiz öyle ya da böyle bir şekilde egolarımıza teslim olmuş
varlıklarız. Egosunu yenen çok az insan vardır, biz onlara ermiş diyoruz. Bunu
yazıyorum çünkü fark etmek değişimin başlangıcıdır.
İsteksizdim,
keyifsizdim ve aşil beni dürtüyordu. Sabah karar verecektim ama bu defa da uyku
tutmadı. Yatakta döne döne bütün gece uyuyamadım. Eşim ve ben sabah 5.00 suları kalktık ve
Gaziemir’den 6.10 gibi yola çıktık. Eşim
her gün beslediği sokak kedilerine mamalarını verirken biraz oyalanınca yola
çıkmamamız 6.20’yi bulmuştu. Neyse ki yarış kitlerini almak için saat tam
7.00’de Efes Harabeleri doğu kapısındaydık. Hava 3-4 derece’yi gösteriyordu.
Afyonu patlamamış görevliler ve koşucular beklemeye başladık. Tanıdıklarla
konuşmalar, merhabalaşmalar arasında fotoğraf çekimi ve start ile koşu başlamıştı. Aşil’den dolayı tedirgindim görece yavaş başladım ama bacaklar
sağlam duruyordu. Çıkıştan 500-600 m. sonra inişe doğru geçerken biraz acır
gibi oldular, yavaşladım ama hafif bir çıkış sonrası bir şey olmayınca
‘yardırmaya’ başladım. Kendimi küheylan gibi hissediyordum. Aşil tamam arada-sırada beni yokluyordu ama çok da ‘tın’ dı. Önümde sarışın zayıf bir kadın koşucu
vardı. Aksanlı bir Türkçe ile ‘Yavaş ol’ dedi, Moldovalı Svetlena ile sonra da
tanışacaktık ve o beni çok arkalarda bırakıp çekip gidecekti.
Bir balçık deryasını geçip Pamucak sahiline vardık sahil
öncesinde duayen Mustafa Abi (Kızıltaş)’da içinde olduğu grupla selamlaşıp
onları geçtim.
Kumsalda, sağda canım içi ‘Mare Nostrum’ efsanelerin ve
bugünkü uygarlığa analık, Odesseus’un
tezgiden gemilerine yoldaşlık etmiş, dibinde yüzlerce savaş artığı enkazı,
ticaret gemilerinin Efes’e taşıdığı şarap, zeytinyağı amforalarının hüzünlü hikayeleri ile lacivert
Ege Denizi'nin tuz ve yosun kokusunu getiren hafif sabah meltemini hissederek koşmak muhteşemdi. Günümüzdeki
adı Ahmetbeyli olan Claros ve Nation’dan Özdereye doğru bisiklettle giderken
yer yer denizi bir kartal gibi yukarıdan görürsünüz. Çok uzaklarda Sisam yüksek
dağları ile size göz kırpar, lacivert Ege Denizi’ne bakmak size bir esrime hali
yaşatır. Bacaklarınızda bisikletin verdiği keyifli bir sızı. Yaşam insana
verilmiş ve bir süre sonra geri alınacak bir armağandır. İnsan bu armağana
ihanet eder, bu yüzdendir çektiğimiz bütün acılar. İnsanın çektiği bütün acılar
bir paradoksa da gebedir. Acı çektiğiniz kadar olgunlaşır mutluluğun ve
sevincin farkına varırsınız. Armağanın anlamı ve değeri çektiğiniz acı ile
artar.
Kumsal bittiğinde elinde işaret şeriti ile Mahmut’u (Yavuz)
koşarken buldum ben önde Mustafa Abi’nin içinde olduğu grup arkada koşuyorduk.
Ormana giren yol dikleşmişti Svetlena ve iki kişi ile beraber koşuyorduk. Biri
çok gençti diğeri biraz daha yaşlıydı. Yaşlı olan Özgür sen git dedi. Bülent
Araç ile ilerde yollarımız tekrar
kesişecek ve tanışacaktık. Sanırım dördüncü oldu.
Kuşadası yolunu kesip tekrar ormana girdik ve Meryemana’ya
doğru yer yer kırağı olan yollarda koşmaya ve tırmanmaya devam edittik.
Meryemana’yı geçtikten sonra başlayan sert bir çıkış sonrası
yol görece düzleşecek ve inişe geçecektik. Kısa bir tırmanış sonrası karşı
taraftan da koşucuların bize doğru koştuğunu fark ettim. Jeton kısa sürede
düştü. Bu koşucular başka bir organizasyonun koşucuları idi. Asfalt bir yolda
koşarken Bülent (Araç) beni yakaladı ve beraber koşmaya başladık. Asfalt bitimi
tekrar başlayan yokuş Şirince’ye kadar devam edecekti.
Yıllar önce BBC’nin bir radyo belgeselinde duymuştum Şirince
adını. Bu belgeselde çok güzel Türkçe ile konuşan yaşlı bir Rum kadınının
anlattıkları ile mübadele gerçeği ile yüzleşmiştim. Bu toprakların kadim
insanlarına ne yapmıştık biz böyle? Bu yaşlı Rum kadının anlattığına göre aslında köyün adı Çirkince’ymiş sonradan Şirince olmuş. Şirince Efes’in yakınında olmasından dolayı artık turizm
görgüsüzlüğünün bir simgesi benim için. Yakınında bulunan Aziz Nesin Matematik
Köyü dünyanın en akıllı köyü ve benim Kuantum ile tanıştığım yer. Güzel
insanları yakabilirsiniz ama onların ateşi yanarken bile sizi aydınlatır. Acı!
Şirince’den artık alıştığım ‘bu adamlar da niye koşuyor?’
bakışları arasında koşarak geçtim. O ‘bak ben de yapabiliyorum’ çocuk gösterisi
içinde Şirince içinde yer alan hafif yokuşu tempo ile çıktım. Şirince’yi geçer
geçmez başlayan inişte iyice yavaşladım. Artık hedef sadece bitirmekti. Salına salına
denilebilecek adımlarla Selçuk’a Karpusa Meydanına vardım ve bitirme takının
altından alkışlarla geçtim.
Bitmişti.